Bu kitaba daha önce iki kez başlayıp bitirememiş, yarım bırakmış biri
olarak başladım üçüncü kez. Ancak önceki denemelerimin üzerinden en az yirmi
yıl geçmiş olduğunu da söylemeliyim. Bununla birlikte kitabı okurken daha önce
okumuşum hissine kapıldım son sayfasına kadar. Bu da demek oluyor ki büyük
olasılık ikinci denememde tamamını okudum ve okuduğumu unuttum. Benim için
böyle bir başyapıtı okuyup sonra da okuduğunu unutmak gerçekten ilginç ama.
Tahminimce okuduğum dönemdeki ruh halim kitabın ruhuna o kadar ters bir
haldeydi ki okuduklarımı anlayamadım, özümseyemedim. Sonuçta kitap bir
psikolojik roman ve kahraman da benim şimdiki yaşlarımda. Durum böyle olunca
ikinci okumamda kitabın içine daha çok girdim, kurguyu daha iyi kavradım ve
kahramanı daha fazla özümsedim demek ki.
1927 yılında yazılmış bir psikolojik roman olduğu için ipucu verme kaygısı
taşımadan söyleyeceğim bu kez ne söyleyeceksem. Bu nedenle kitabı henüz
okumamış ve hakkında gereğinden fazla bilgi sahibi olmak istemeyenler bu
aşamadan sonra okumayı bıraksalar iyi olur. Diğer taraftan böyle bir kitapla
ilgili inceleme yazısı yazmak da pek haddime değil doğrusu. O yüzden bu yazıya
inceleme değil de Bozkırkurdu hakkında yazılmış öylesine bir yazı gözüyle
bakılmasını tercih ederim.
Bozkırkurdu, Harry Haller isimli orta yaşlı bir entelektüelin toplumsal ve
ruhsal sorunları üzerine kurulu bir eser. İsminin baş harfleri bile kahramanın
Hermann Hesse’nin kendisinden izler taşıdığının göstergesi tabii ki. Yaşadığı
zamana, topluma, daha doğrusu mensubu olduğu burjuva yaşamına uyum sağlayamamış
kahramanımız kişilik sorunları yaşıyor, depresyona giriyor, intiharı bile
düşünüyor. Bozkırkurdu da bu uyumsuz kişiliğine verilen isim, yapılan bir
benzetme. Bununla birlikte topluma, burjuva yaşamına uyum sağlamaya yönelik hiç
hevesi de yok değil. Aslında toplum dışı bir yalnız olmaktan çok yaşadığı bu iç
çekişmeden kaynaklanıyor ruhsal sorunları.
Kitap hakkında okuduğum yazılara bakılırsa Hermann Hesse kitabı yazdığı
dönemlerde psikolojik sorunları nedeniyle Jung’un bir öğrencisi tarafından
tedavi edilmektedir ve yazarken bu tedavi sürecinden etkilenir. Kahramanının
psikolojik sorunlarını ve bu sorunlara yönelik çözümlemeleri bu süreçten yola
çıkarak oluşturur. Kitabın genelinde bir karamsarlık, çaresizlik, çözümsüzlük
havası hakim gibi görünse de diğer taraftan bir şeylerin yerine oturduğunu, bir
sonuca varıldığını, bir ilerleme kaydedildiğini söylemek de mümkün. Zaten yazar
da kitabı için şöyle demiş: "Okurlarımın
çoğu Bozkırkurdu'nun öyküsünün insanı kemiren bir hastalıktan ve bunalımdan söz
ettiğini ama tüm bunların ölüme ve yok olmaya değil, tersine iyileşmeye yönelik
olduğunu anlarsa kendimi mutlu hissedeceğim."
Bu arada kitap hakkında okuduklarım arasında mutlaka bulacağımı düşündüğüm
ama bulamadığım, o nedenle şimdilik bana ait bir görüşmüş gibi duran bir şey
var: Pablo’nun “kaçıklar için” tiyatrosunun özellikle ilk odasında geçen araba
avlama bölümleri bence aşırı derecede Boris Vian lezzeti taşıyor. Aslında Vian,
Hesse’den daha sonra yazdığı için onun tüm eserlerinde bu bölümün lezzetinin
olduğunu söylemek daha doğru olur. Bu konuda başkalarının görüşlerini de çok
merak ediyorum doğrusu.
Kitapta yer alan Hermine karakteriyse başlı başına özel ilgiyi hak ediyor.
Çünkü o da Hermann Hesse’nin romandaki yansıması ve bir kadın. Taşıdığı erkeksi
özelliklerle de bu kanıyı güçlendiriyor. Zaten kahramanın gençliğinde tanıdığı
Hermann! isimli bir delikanlıya benziyor tip olarak. Harry Haller’in yani
aslında yazarın iç çatışmalarındaki, kişilik bölünmelerindeki önemli seslerden
birini oluşturuyor. Toplumsal ve ruhsal çözümlemelerle kendini ortaya koyuyor
olsa bile erdişi tavırlarıyla ve yarattığı ortamlarla daha çok cinsellikle
ilgili bir unsur olarak hikayede yer alıyor gibi görünüyor.
Kitabın başında yer alan ‘Yayıncının Notu’ bölümüyse tam bir edebi deha
örneği bence. İpucu kaygısıyla birçok kişi gibi bu tip yazıları okumama ya da
kitap bittikten sonra okuma eğiliminde olan biri olarak ben de tuzağa düştüm ve
kitabı bu bölümü atlayarak okumaya niyetlendim önce. Sonra her nedense tamamen
içgüdüsel olarak okumaya karar verdim. Gördüm ki gerçek bir önsöz değil.
Tamamen kurgunun bir parçası. Bunu keşfetmek bile oldukça keyif verici bir
durum oldu aslında. Kitap bu bölüm atlanarak okunsa ve sonradan bu bölüme geri
dönülse yaratacağı sürpriz etkisi de çok keyifli olacaktır eminim. Diğer
taraftan kitabı okuduğu halde Yayıncı’nın Notu bölümünü hiç okumamış olanlar da
vardır eminim. Onlar için üzgünüm. Bu yazı sayesinde en azından birkaçının
hemen kitabı bulup bu atladıkları bölümü de okumalarına vesile olurum umarım.
Bu arada değinmeden geçemeyeceğim bir şey daha var. O da çevirmen Kamuran Şipal sağolsun 'devcileyin' ve 'seğirtmek' kelimeleri zihnimde yer etti, sürekli bu iki kelimeyi döndürüyorum kafamın içinde.
Bu arada değinmeden geçemeyeceğim bir şey daha var. O da çevirmen Kamuran Şipal sağolsun 'devcileyin' ve 'seğirtmek' kelimeleri zihnimde yer etti, sürekli bu iki kelimeyi döndürüyorum kafamın içinde.
Böyle bir kitap doğal olarak birçok aforizma, birçok güzel söz içeriyor.
Ben de bu nedenle yazımı kitaptan bir alıntıyla bitirmek istiyorum:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder