6 Şubat 2015 Cuma

Bozkırkurdu - Hermann Hesse


Bu kitaba daha önce iki kez başlayıp bitirememiş, yarım bırakmış biri olarak başladım üçüncü kez. Ancak önceki denemelerimin üzerinden en az yirmi yıl geçmiş olduğunu da söylemeliyim. Bununla birlikte kitabı okurken daha önce okumuşum hissine kapıldım son sayfasına kadar. Bu da demek oluyor ki büyük olasılık ikinci denememde tamamını okudum ve okuduğumu unuttum. Benim için böyle bir başyapıtı okuyup sonra da okuduğunu unutmak gerçekten ilginç ama. Tahminimce okuduğum dönemdeki ruh halim kitabın ruhuna o kadar ters bir haldeydi ki okuduklarımı anlayamadım, özümseyemedim. Sonuçta kitap bir psikolojik roman ve kahraman da benim şimdiki yaşlarımda. Durum böyle olunca ikinci okumamda kitabın içine daha çok girdim, kurguyu daha iyi kavradım ve kahramanı daha fazla özümsedim demek ki.

1927 yılında yazılmış bir psikolojik roman olduğu için ipucu verme kaygısı taşımadan söyleyeceğim bu kez ne söyleyeceksem. Bu nedenle kitabı henüz okumamış ve hakkında gereğinden fazla bilgi sahibi olmak istemeyenler bu aşamadan sonra okumayı bıraksalar iyi olur. Diğer taraftan böyle bir kitapla ilgili inceleme yazısı yazmak da pek haddime değil doğrusu. O yüzden bu yazıya inceleme değil de Bozkırkurdu hakkında yazılmış öylesine bir yazı gözüyle bakılmasını tercih ederim.

Bozkırkurdu, Harry Haller isimli orta yaşlı bir entelektüelin toplumsal ve ruhsal sorunları üzerine kurulu bir eser. İsminin baş harfleri bile kahramanın Hermann Hesse’nin kendisinden izler taşıdığının göstergesi tabii ki. Yaşadığı zamana, topluma, daha doğrusu mensubu olduğu burjuva yaşamına uyum sağlayamamış kahramanımız kişilik sorunları yaşıyor, depresyona giriyor, intiharı bile düşünüyor. Bozkırkurdu da bu uyumsuz kişiliğine verilen isim, yapılan bir benzetme. Bununla birlikte topluma, burjuva yaşamına uyum sağlamaya yönelik hiç hevesi de yok değil. Aslında toplum dışı bir yalnız olmaktan çok yaşadığı bu iç çekişmeden kaynaklanıyor ruhsal sorunları.

Kitap hakkında okuduğum yazılara bakılırsa Hermann Hesse kitabı yazdığı dönemlerde psikolojik sorunları nedeniyle Jung’un bir öğrencisi tarafından tedavi edilmektedir ve yazarken bu tedavi sürecinden etkilenir. Kahramanının psikolojik sorunlarını ve bu sorunlara yönelik çözümlemeleri bu süreçten yola çıkarak oluşturur. Kitabın genelinde bir karamsarlık, çaresizlik, çözümsüzlük havası hakim gibi görünse de diğer taraftan bir şeylerin yerine oturduğunu, bir sonuca varıldığını, bir ilerleme kaydedildiğini söylemek de mümkün. Zaten yazar da kitabı için şöyle demiş: "Okurlarımın çoğu Bozkırkurdu'nun öyküsünün insanı kemiren bir hastalıktan ve bunalımdan söz ettiğini ama tüm bunların ölüme ve yok olmaya değil, tersine iyileşmeye yönelik olduğunu anlarsa kendimi mutlu hissedeceğim."

Bu arada kitap hakkında okuduklarım arasında mutlaka bulacağımı düşündüğüm ama bulamadığım, o nedenle şimdilik bana ait bir görüşmüş gibi duran bir şey var: Pablo’nun “kaçıklar için” tiyatrosunun özellikle ilk odasında geçen araba avlama bölümleri bence aşırı derecede Boris Vian lezzeti taşıyor. Aslında Vian, Hesse’den daha sonra yazdığı için onun tüm eserlerinde bu bölümün lezzetinin olduğunu söylemek daha doğru olur. Bu konuda başkalarının görüşlerini de çok merak ediyorum doğrusu.

Kitapta yer alan Hermine karakteriyse başlı başına özel ilgiyi hak ediyor. Çünkü o da Hermann Hesse’nin romandaki yansıması ve bir kadın. Taşıdığı erkeksi özelliklerle de bu kanıyı güçlendiriyor. Zaten kahramanın gençliğinde tanıdığı Hermann! isimli bir delikanlıya benziyor tip olarak. Harry Haller’in yani aslında yazarın iç çatışmalarındaki, kişilik bölünmelerindeki önemli seslerden birini oluşturuyor. Toplumsal ve ruhsal çözümlemelerle kendini ortaya koyuyor olsa bile erdişi tavırlarıyla ve yarattığı ortamlarla daha çok cinsellikle ilgili bir unsur olarak hikayede yer alıyor gibi görünüyor.

Kitabın başında yer alan ‘Yayıncının Notu’ bölümüyse tam bir edebi deha örneği bence. İpucu kaygısıyla birçok kişi gibi bu tip yazıları okumama ya da kitap bittikten sonra okuma eğiliminde olan biri olarak ben de tuzağa düştüm ve kitabı bu bölümü atlayarak okumaya niyetlendim önce. Sonra her nedense tamamen içgüdüsel olarak okumaya karar verdim. Gördüm ki gerçek bir önsöz değil. Tamamen kurgunun bir parçası. Bunu keşfetmek bile oldukça keyif verici bir durum oldu aslında. Kitap bu bölüm atlanarak okunsa ve sonradan bu bölüme geri dönülse yaratacağı sürpriz etkisi de çok keyifli olacaktır eminim. Diğer taraftan kitabı okuduğu halde Yayıncı’nın Notu bölümünü hiç okumamış olanlar da vardır eminim. Onlar için üzgünüm. Bu yazı sayesinde en azından birkaçının hemen kitabı bulup bu atladıkları bölümü de okumalarına vesile olurum umarım.

Bu arada değinmeden geçemeyeceğim bir şey daha var. O da çevirmen Kamuran Şipal sağolsun 'devcileyin' ve 'seğirtmek' kelimeleri zihnimde yer etti, sürekli bu iki kelimeyi döndürüyorum kafamın içinde.

Böyle bir kitap doğal olarak birçok aforizma, birçok güzel söz içeriyor. Ben de bu nedenle yazımı kitaptan bir alıntıyla bitirmek istiyorum:

'İnsanların büyük çoğunluğu yüzmeyi öğrenmeden yüzmek istemez.' Ne anlamlı bir söz değil mi? Yüzmek istememeleri doğal, çünkü karada yaşamak için yaratılmışlardır, suda değil. Ve düşünmek istememeleri de doğal, çünkü yaşamak için yaratılmışlar, düşünmek için değil! Evet, kim düşünürse, kim düşünmeyi kendisi için temel uğraş yaparsa, bunda ileri bir noktaya ulaşabilir; ne var ki, karayla suyu değiş tokuş etmiştir böyle biri ve bir gün gelir suda boğulur.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder