Yazıma başlamadan önce Orhan Pamuk’un bütün kitaplarını okumuş olduğumu
belirtmek istiyorum. İlk olarak Kara Kitap’ı okumuştum, çok sevmiştim ve en
sevdiğim Orhan Pamuk kitabı olarak da başucumda duruyor hala. İkinci en
sevdiğim kitap Benim Adım Kırmızı. Onun yeri de sağlam. Ancak bu son romanı
sanırım üçüncülüğü Beyaz Kale’nin elinden almış gibi duruyor. Bu arada
Masumiyet Müzesi’ni pek beğenmediğimi ve son sıralara yerleştirdiğimi de
söyleyeyim.
Kafamda Bir Tuhaflık, boza satıcısı Mevlut ekseninde anlatılan bir dönem
romanı. İstanbul’un hatta Türkiye’nin neredeyse yarım yüzyıllık sosyoekonomik ve
biraz da politik tarihçesi. Yetmişli yıllardan başlayıp günümüze kadar uzanan
bu süreçte hikayenin kahramanı Mevlut gibi görünse de aslında onun
yaşadıklarını yaşamasına, düşündüklerini düşünmesine, yaptıklarını yapmasına ve
söylediklerini söylemesine vesile olan çevresel etkenler romandaki asıl önemli
olan olgu.
Mevlut birçok akranı gibi ilkokuldan sonra köyünü, yurdunu, annesini,
ablalarını bırakıp İstanbul’da yoğurtçuluk yapan babasının yanına gelir. Geliş
o geliş, yoğurtçuluktan başlayarak, bozacılık, dondurmacılık, nohutlu pilavcılık,
garsonluk gibi çeşitli işlere girip çıkararak hayatını kazanmaya, sürdürmeye çalışır.
Uzun zaman İstanbul’un o dönemler yeni kurulmaya başlayan gecekondu
semtlerinden birinde ikamet eder. Etrafta kendileri gibi Beyşehir’den gelmiş
birçok akraba ve tanıdık da vardır. Başka illerden göçüp gelmiş tanımadık
birçok başkaları da vardır tabii. Siyasal gerginlikler vardır, askeri darbeler
vardır. Kitapta anlatılanlar durgun, dingin bir havada ilerlerken bir aksiyon
kitabı okurmuşçasına okuru heyecanlandıran, merak ettiren bölümler vardır.
Mevlut karmaşık bir kız kaçırma olayı da yaşar. Ki romanın ana
eksenlerinden birini de bu olayın devamı oluşturur. Hatta bu olay romanın bir
aşk hikayesi olarak anılabilmesine bile vesile olur. Bir ara Beyoğlu’nda,
Tarlabaşı’nın ara sokaklarında da oturur. İkamet ettiği yerlerin yanı sıra en
tutarlı davrandığı, okurken insanın canını çektiren bozacılık işi sayesinde
gezip dolaştığı yerlerin, oralarda yaşayanların, olan bitenlerin, değişimlerin
Mevlut’un gözünden ve zihninden aktarılması, işin içine bir de köpek korkusunun
katılmasıyla birlikte bu keyifli romanı ortaya çıkarır.
Aynı dönemde, Mevlut’la neredeyse aynı yaşlarda İstanbul’a dışarıdan gelmiş
biri olduğum için hikayeden gereğinden fazla etkilenmiş olabileceğimi de itiraf
etmeliyim. Gerçi her ne kadar seksenli yılları Beyoğlu’nda geçirdiysem de
ikametgahım yatılı okul olduğu için İstanbul’da olan bitenlerin ve değişimin
çok da farkına varamadım. Yine de kitapta okuduklarım yaşanırken -tabii ki
kurgu olmayan kısımlar- ben de oradaydım diye düşünmek hoşuma gitti. Durumu benim
durumuma yakın olanların da aynı hisleri yaşadığını ya da yaşayacağını tahmin
ediyorum.
Kendi adıma bu kitapta en hararetle eleştireceğim şey son cümlesi olur.
Özellikle son bölümde Mevlut’un İstanbul’a ya da dünyaya ya da hayata söylemek
istediği sözü bulmaya, aklının ortasına, dilinin ucuna getirmeye çalışıp
çalışıp sonra da bulunca mevcut lafı etmesine ısınamadım. Bence bu kadar şeyden
sonra başka bir şey söylemeli ya da illa bunu söyleyecekse başka bir şekilde
söylemeliydi. İpucu vermemek adına ne kadar da muğlak bir paragraf yazdım değil
mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder