22 Nisan 2015 Çarşamba

Kafamda Bir Tuhaflık - Orhan Pamuk

Yazıma başlamadan önce Orhan Pamuk’un bütün kitaplarını okumuş olduğumu belirtmek istiyorum. İlk olarak Kara Kitap’ı okumuştum, çok sevmiştim ve en sevdiğim Orhan Pamuk kitabı olarak da başucumda duruyor hala. İkinci en sevdiğim kitap Benim Adım Kırmızı. Onun yeri de sağlam. Ancak bu son romanı sanırım üçüncülüğü Beyaz Kale’nin elinden almış gibi duruyor. Bu arada Masumiyet Müzesi’ni pek beğenmediğimi ve son sıralara yerleştirdiğimi de söyleyeyim.

Kafamda Bir Tuhaflık, boza satıcısı Mevlut ekseninde anlatılan bir dönem romanı. İstanbul’un hatta Türkiye’nin neredeyse yarım yüzyıllık sosyoekonomik ve biraz da politik tarihçesi. Yetmişli yıllardan başlayıp günümüze kadar uzanan bu süreçte hikayenin kahramanı Mevlut gibi görünse de aslında onun yaşadıklarını yaşamasına, düşündüklerini düşünmesine, yaptıklarını yapmasına ve söylediklerini söylemesine vesile olan çevresel etkenler romandaki asıl önemli olan olgu.

Mevlut birçok akranı gibi ilkokuldan sonra köyünü, yurdunu, annesini, ablalarını bırakıp İstanbul’da yoğurtçuluk yapan babasının yanına gelir. Geliş o geliş, yoğurtçuluktan başlayarak, bozacılık, dondurmacılık, nohutlu pilavcılık, garsonluk gibi çeşitli işlere girip çıkararak hayatını kazanmaya, sürdürmeye çalışır. Uzun zaman İstanbul’un o dönemler yeni kurulmaya başlayan gecekondu semtlerinden birinde ikamet eder. Etrafta kendileri gibi Beyşehir’den gelmiş birçok akraba ve tanıdık da vardır. Başka illerden göçüp gelmiş tanımadık birçok başkaları da vardır tabii. Siyasal gerginlikler vardır, askeri darbeler vardır. Kitapta anlatılanlar durgun, dingin bir havada ilerlerken bir aksiyon kitabı okurmuşçasına okuru heyecanlandıran, merak ettiren bölümler vardır.

Mevlut karmaşık bir kız kaçırma olayı da yaşar. Ki romanın ana eksenlerinden birini de bu olayın devamı oluşturur. Hatta bu olay romanın bir aşk hikayesi olarak anılabilmesine bile vesile olur. Bir ara Beyoğlu’nda, Tarlabaşı’nın ara sokaklarında da oturur. İkamet ettiği yerlerin yanı sıra en tutarlı davrandığı, okurken insanın canını çektiren bozacılık işi sayesinde gezip dolaştığı yerlerin, oralarda yaşayanların, olan bitenlerin, değişimlerin Mevlut’un gözünden ve zihninden aktarılması, işin içine bir de köpek korkusunun katılmasıyla birlikte bu keyifli romanı ortaya çıkarır.

Aynı dönemde, Mevlut’la neredeyse aynı yaşlarda İstanbul’a dışarıdan gelmiş biri olduğum için hikayeden gereğinden fazla etkilenmiş olabileceğimi de itiraf etmeliyim. Gerçi her ne kadar seksenli yılları Beyoğlu’nda geçirdiysem de ikametgahım yatılı okul olduğu için İstanbul’da olan bitenlerin ve değişimin çok da farkına varamadım. Yine de kitapta okuduklarım yaşanırken -tabii ki kurgu olmayan kısımlar- ben de oradaydım diye düşünmek hoşuma gitti. Durumu benim durumuma yakın olanların da aynı hisleri yaşadığını ya da yaşayacağını tahmin ediyorum.

Kendi adıma bu kitapta en hararetle eleştireceğim şey son cümlesi olur. Özellikle son bölümde Mevlut’un İstanbul’a ya da dünyaya ya da hayata söylemek istediği sözü bulmaya, aklının ortasına, dilinin ucuna getirmeye çalışıp çalışıp sonra da bulunca mevcut lafı etmesine ısınamadım. Bence bu kadar şeyden sonra başka bir şey söylemeli ya da illa bunu söyleyecekse başka bir şekilde söylemeliydi. İpucu vermemek adına ne kadar da muğlak bir paragraf yazdım değil mi?

Bu yazıyı şöyle bitirmek istiyorum: “Boooooozaaaaaaaa!”


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder