Okuduğum baskının kapağında yazar için “şiddetin şiirini yazmış” deniyordu.
Bu sözü kitaba başlamadan önce oldukça iddialı bulmuştum. Ama okuduktan sonra
fikrim değişti. Gayet yerinde bir tanımlama olmuş.
İkinci Dünya Savaşı başlarında Polonyalı bir ailenin altı yaşındaki
çocuklarını savaştan ve Nazilerden korumak için bir köylüye emanet etmeleriyle
başlıyor hikaye. Daha sonra gelişen olaylar sonucu çocuk o köy senin bu köy
benim dolaşmak durumunda kalıyor. Bu arada çingene ya da Yahudi sanılmasının
berberinde köylülerin cahillikleri, bağnazlıkları, gaddarlıkları ve
ilkellikleri hatta vahşilikleri nedeniyle yaşadıkları da belki savaşın ya da
Nazilerin vereceği zararla yarışacak düzeyde zarar veriyor çocuğa.
Aslında kitap bir özyaşamöyküsü. Yazar o dönemde kendi başından geçenleri
anlatmış bu kitabında. Fakat yaşadıkları o kadar katlanılmaz, acıklı ve şiddet
içerikli ki insanın inanası gelmiyor. Acaba gerçek nerede bitiyor, kurgu nerede
başlıyor diye içi içini kemiriyor. Keşke diyorsunuz içinizden bu anlatılanların
hepsi kurgu olsa, tamamen yazarın hayal gücünden kaynaklansa, ne kendisi ne de
başka bir çocuk bunları yaşamış olsa. Şiddetin, acımasızlığın cehaletle ve
bağnazlıkla olan doğru orantılı bağlantısı insanın tüylerini diken diken edecek
bir açıklıkla anlatılmış kitapta. Asıl acı olansa bugün, bu zamanda hala aynı
sürecin devam ediyor olduğunu bilmek.
Bu kitap için ‘Boyalı Kuş’ çok güzel, çok yerine oturan bir kitap adı
seçimi. Kitabın bir yerinde anlatılana göre bir kuşu farklı bir renge boyayıp
bırakırsanız o hiçbir şeyin farkında olmadan türdeşlerinin arasına katılmak
isterken diğer kuşlar renginden ötürü onu dışlıyor hatta öldürüyorlar. Bununla
birlikte yazar bu durumu çocuğun yaşamındaki yanlış bir zaman dilimiyle
örtüştürmüş nedense. Bütün yaşadıklarından sonra anne ve babasına kavuştuğu
anda hissettiği yabancılığı açıklarken dile getirmiş. Oysa aslında o ana kadar kendisini
dışlayan köylülerle yaşadıklarıydı boyalı kuşun kaderiyle örtüşen süreç. Gerçi
o aşamada kendisini boyalı kuşa benzeten kişi çocuk. Anne babasının ortaya
çıkışıyla birlikte, her şeye rağmen benimsediği özgürlük hissine ters bir
durumla karşılaştığı için öyle düşünmekte kendince haklı da olabilir. Belki de
yazar bu durumun farkındadır. Yani yazarın gözünde boyalı kuş göndermesi her
iki durumu da karşılamaktadır. Bilemiyorum.
Kitabın birçok yerinde altı çizilmeye değer cümleler vardı. Kosinski
aforizma niteliğinde, ciddi gözleme dayalı, duygu ya da akıl yüklü birçok yorum
ve saptama yapmış. Bir tanesi kitaplarla ilgili, onu yazının sonuna bırakıyorum.
Ondan önce, çocuğun annesinden babasından ayrı, kimsesiz, maddi-manevi acılar
içinde, herkes tarafından suiistimal edilerek, itilip kakılarak, dövülerek, hatta
zaman zaman öldürülmeye çalışarak geçirdiği savaş döneminin ardından, köylülerin
Kızılordu’nun zaferiyle kurulacak yeni düzen hakkındaki sözlerini duyduktan
sonraki düşüncelerini paylaşmak istiyorum.
“Kadınlarla çocukların paylaşılacağı doğruysa her çocuğun birkaç babası,
birkaç annesi, sayısız kardeşleri olacak demekti. Çok güzel geliyordu bu
bana. Herkesin olmak! Nereye gitsem
babalar güven verici elleriyle saçlarımı okşayacak, anneler beni göğüslerinde
sıkacak, ağabeyler beni köpeklerden koruyacak, ben de kız kardeşlerime göz
kulak olacaktım. Köylülerin neden korktuklarına akıl erdiremiyordum doğrusu.”
Bu da kitaplar hakkında: “Çok seviyordum kitapları. Çevremizdeki dünya
kadar gerçek, neredeyse ondan daha zengin bir evren fışkırıyordu sayfaların
arasından. Hayat boyu tanımadan yanından geçtiğimiz kişilerin düşünceleriyle
isteklerini öğrenebiliyorduk kitaplardan.”
‘Şiddetle’ tavsiye ediyorum.
‘Şiddetle’ tavsiye ediyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder