25 Aralık 2014 Perşembe

Gökdelen - Tahsin Yücel


İtiraf etmeliyim ki Tahsin Yücel hiçbir zaman bir kurgu yazarı olarak gündemimde yer almamıştı. Nedense hep kurgu dışı yazılar yazan bir yazarmış gibi algılamıştım kendisini. Aslında ben nedenini biliyorum. Tahsin Saraç ile adaş olması. Tahsin Saraç da aslında şair olmasına rağmen benim için hep ‘sözlük yazarı’ olmuştur. Tahsin Yücel’se eserleriyle somut olarak hiçbir zaman gündemime gelmediği ve ben kendisini Tahsin Saraç ile karıştırdığım için ciddi anlamda bir öykücü, romancı olduğunu bir türlü algılayamamışım demek ki. Ta ki Gökdelen’e kadar. Gökdelen üyesi olduğum kitap kulübünde geçen ayın okunması gereken kitabı seçildi. Böylece hakkında ilk araştırmayı yaptığımda hikayesinin 2073 yılında geçtiği bir roman olduğunu görüp gerçekten şaşırdım. Ben kurgu olmayan bir kitap okuyacağımı zannedip biraz sıkılmıştım çünkü. 2073 yılında geçen distopik bir roman hiç ummadığım bir sürpriz oldu benim için.

Diğer taraftan kitabı okumaya başlamadan önce 2006 yılında yayımlandığını ve yazarın o yıl 73 yaşında olduğunu göz önünde bulundurarak beklentimi çok yüksek tutmamaya karar verdim. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ya da Mülksüzler gibi bir hikayeyi zaten beklememeliydim tabii ki. Ama 2073 yılı, distopya gibi lafları duyunca biraz heyecanlanmıştım yine de. İşte bu heyecanımı dizginlemeye çalışarak başladım okumaya. İyi ki de öyle yapmışım. Bunu kötü anlamda söylemiyorum. Öyle bir beklentiyle okusaydım yazara ve kitaba haksızlık etmiş olurdum demek istiyorum. Neyse. Okudum ve fena bulmadım.

Her şeyden önce yargının özelleştirildiği bir gelecek fikri hoşuma gitti. Her ne kadar konu yeterince derinlemesine işlenmediyse de, neyin nasıl olacağı, sistemin nasıl işleyeceği yeterince ayrıntıya girilerek açıklanmadıysa da fikrin hakkını teslim etmek gerekir. Ayrıca gökdelenler şehri İstanbul tasviri ve yılkı adamları da beni heyecanlandırdı. Özellikle yılkı adamları konusuna biraz daha değinilmesini çok isterdim. Ama o zaman hikayeyi bu kadar kolay toparlamak mümkün olmazdı tabii.

Baş kahraman Can Tezcan biraz kaypak bir karakter olmuş. Yazar da bunu mu amaçladı bilemiyorum ama eğer amaçlamadıysa pek olmamış. Marksistlik, solculuk iddiaları var ve sanki günün koşullarının elverdiği ölçüde öyleymiş gibi anlatılmaya daha doğrusu okuyucuya o duygu geçirilmeye çalışılıyor ama herif birçok yerde son derece tutarsız davranıyor.

Elbette ki Tahsin Yücel ciddi ciddi fantastik bir distopya yazmak amacıyla oturmamış bu kitabın başına. Amacının o günün siyasal, sosyal, ideolojik eleştirisini yapmak olduğu belli. Bu anlamda da oldukça başarılı olmuş bence. Kitap yazılalı on yıl kadar olmuş durumda ve bu on yıllık sürede yazarın “gelecekle” ilgili öngörülerinin de doğru çıkacağını hatta çıktığını görüyoruz ne yazık ki. Ciddi ciddi distopya yazmak niyetinde olmadığı için de gökdelen dikme manyağı Karadenizli müteahhit Temel Diker’in soyadının ‘Diker’ olması (kitaptaki başka birkaç isim-soyisim de böyle meslekle alakalıydı ayrıca) kendince bir keyif de katmış hikayeye. Aslında yazar isteseymiş daha elle tutulur bir distopya da ortaya çıkabilirmiş belki de. Ama belki de çıkmazmış, bilemiyorum. Henüz başka kitaplarını okumadım ama yazarın istidadının ve tarzının bu yönde olmadığını tahmin ediyorum.

Bu arada ciddi bir olumsuz eleştirim var. Tamam, hikayenin temelinde sosyal, siyasal eleştiri yapmak var ama yine de diyaloglar bu kadar didaktik olmak zorunda değildi. Yeşilçam filmi senaryosu ya da Shakespeare oyunu okur gibi hissediyor insan kendisini. Bir de birçok yerde gereksiz uzamış diyaloglar. Hikayenin anlatılmasına çanak tutmak için söylenmiş olduğunu çok belli eden bir ton gereksiz söz çıkmış ortaya. Karakterler genel tavır ve davranışlarıyla örtüşmeyen şeyler söyleyip duruyorlar. Ama bunu birçok yazar yapıyor. En son Ahmet Ümit’in Patasana’sını okudum, onda da var aynı sorun. Yazacağım onu da.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder