29 Aralık 2014 Pazartesi

Patasana - Ahmet Ümit


Her zaman söylediğim gibi aynı yazarın birden fazla kitabını pek okumam ama daha önce Ahmet Ümit’in Beyoğlu Rapsodisi ve Bab-ı Esrar romanlarını okumuştum. Bab-ı Esrar’ı sevmiştim, Beyoğlu Rapsodisi’nde biraz sinirlenmiştim. Sinirlenmiştim çünkü Dan Brown’un da çoğu zaman yaptığı gibi okuyucuyu “enayi” yerine koymuştu bu romanında. Bu şu anlama geliyor: Hikayeyi okurken düşüncelerini de okuduğunuz ve o düşünceleriyle katil olmadığına inandığınız, inandırıldığınız birinin daha sonra sürpriz katil çıkması. Bir de hiç olayların içinde olmayan birinin sonradan hikayeye dahil olup katil çıkmasından hiç hoşlanmam. Bunu da Grangé yapıyor arada sırada. Polisiye kitaplarda beni en çok kızdıran bunlardır. Patasana’ya başlarken bu nedenle biraz kaygılıydım. Tabii ki ipucu vermiş olmamak için ayrıntısına giremeyeceğim ama neyse ki bu kitapta beni kızdıracak kadar böyle durumlar yok. Ama hiç yok da diyemem. Neyse. Genel olarak kitabı sevdiğimi söyleyebilirim.

Asıl hikayenin yanı sıra ilerleyen ve 2700 yıl önce geçen Hitit sarayının başyazmanı Patasana’nın hikayesi de oldukça keyifli olmuş. Ana hikaye ile yan hikayenin başlarındaki ve sonlarındaki cümleleri bölümden bölüme geçişte ortak kelimeler, duygular içerecek şekilde yazmak bazı yerlerde zorlama olmuş ama genelde sevimli duruyor. 2015’te yayımlamayı düşündüğüm romanımda benzer şekilde bir durum olmasından dolayı da hoşuma gitmiş olabilir bu yan hikaye kurgusu.

Bu arada birçok diyalog gereksiz olmuş. Sadece gereksiz değil anlamsız olmuş. Gayet zeki, akılcı, şüpheci, kılı kırk yaran, objektif karakterler olmalarına karşın başkahramanlar olan Esra da yüzbaşı Eşref de özellikle kendi aralarında geçen diyaloglarda bir türlü ortak görüşlerde anlaşamamalarıyla, sürekli diğerinin ileri sürdüğü fikirlere anlamsız bir şekilde karşı çıkmalarıyla canımı sıktılar. Genel olarak kitaptaki diyaloglarda bir yapmacıklık hissi de var. Bunun nedeni de yazarın kişiler arasındaki diyalogları o bölümde ön plana çıkarmak istediği konuya kapı açmak için anahtar olarak kullanmayı amaçlamış olması.

Yan hikaye aracılığıyla Hititler, Urartular, Asurlar dönemiyle ilgili bilgilerin resmi olmayacak şekilde verilmiş olması da güzel olmuş. Zaten hikayede de önemli rol oynuyor Patasana’nın tabletlerinin resmi olmayan belge durumu. O dönemleri merak edip ansiklopedik bilgi tazeleme ihtiyacı hissettiriyor insana. Gerçi o bölümlerdeki anlatım dili biraz daha “Hititvari” olabilirmiş artık nasıl olacaksa. Çok günümüz dili olunca okuyucuyu yeterince içine çekemiyor gibi geldi bana.

Bu arada Ermeni tehcirine, Kürt sorununa, yabancıların Türklere, Türklerin yabancılara bakış açısına, PKK’ya, soykırım konusuna vs. de ciddi yaklaşımlar var kitapta. Gerçi bu konularda da karakterlerin işlenişinden dolayı bazı tutarsızlıklar ortaya çıkmış ama yine de kurgunun içine güzel yedirilmiş hepsi de.

Kitaptaki yemek tarifleri biraz havada kalmış. Bu tip ayrıntılar hikayenin genel kurgusuyla bir paralellik söz konusu olduğunda çok keyifli oluyor. Ne bileyim, mesela boğazına çok düşkün bir karakter varsa kurguda zaman zaman yeme içme konusunun tarif verecek kadar kurguya dahil olması keyifli oluyor ama bu hikayede akışı soğutmaktan başka işe yaramamışlar.

Ben anaerkil toplumları anlamakta güçlük çekiyordum hep. Bilek gücü kendilerinde olduğu halde, neredeyse bütün toplumlar bu nedenle ataerkil olduğu halde nasıl oluyor da bazı durumlarda erkekler kadınları bu kadar yüceltebiliyorlar diye. Bu konudaki bilgi eksikliğimden kaynaklanıyordur tabii ki bu durum. Patasana’daki bir bölüm bu konuda bana “hmmm, evet evet, bu nedenle olabilir” dedirtti. Paylaşıyorum:

“...Ana tanrıçayı bilirsiniz. İki yanında birer pars, bacaklarının arasında bir çocuk olan şişman ilk kadın tanrı. İnsanlığın ilk tanrısı. Anadolu'nun eski insanlarının onu neden tanrı olarak seçtiklerini biliyor musunuz? Çünkü erkekler kendi dölleyici rollerinin farkında değillerdi. Kadınları dölleyen şeyin rüzgar, yağmur, ırmak, yani doğa olduğunu sanıyorlardı. Bu düşünce o zamanlar için hiç de yadırgatıcı değil. İnsanlar kendilerini doğanın bir parçası olarak görüyorlardı. Doğumu bir büyü, bir mucize sanıyorlardı. Kuşkusuz bunda o dönem anaerkil sistemin yaşanıyor olmasının da payı vardı. Ama asıl etkili olan konu üremenin bilinmemesiydi. İşte bu bilinmezlik, insanlığın ilk tanrılarından birini ana tanrıçayı yarattı...”


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder