Ben olsaydım bu kitabın ismini sadece Kubbe koyardım ya da Türkçe’ye öyle
çevirirdim. Tek sözcüklü kitap isimleri daha çok yakışıyor bence Kral’a.
Medyum, Mahşer, Tepki, Cinnet, Çağrı, Falcı, Sis gibi.
Stephen King’in benim için yeri ayrıdır. O nedenle bir romanı için yazdığım
bu ilk inceleme yazısı da oldukça özel. Çünkü ben kendim için ‘büyüyünce
Türkiye’nin Stephen King’i olacağım’ diyen biriyim.
Çok seveceğimi bile bile kırk yaşıma kadar hiç Stephen King kitabı
okumadım. Bir tatlı gibi ziyafetin sonuna sakladım. Neden ‘kırk’ onu da
bilmiyorum. Belki bunun da mistik bir sebebi vardır. Ve kırk yaşıma gelince de
bir yıl içinde bütün kitaplarını okudum. Yaklaşık elli kitaptan söz ediyorum. Ve
bunların yedisi Kara Kule! İlk onunla başladım hatta. 2010 yılı benim için
Stephen King yılıdır bu nedenle. Sonra da yazmaya başladım. Şu ana kadar iki çocuk
romanı, beş kısa roman (novella), bir hikaye ve bir de roman yazdım. Hepsi de
fantastik. Bazıları gerilim, korku türünde. Kimisi yayımlandı kimisi bu yıl
yayımlanacak. Yazmaya da devam ediyorum tabii ki.
Ama bana bunlardan daha ilginç gelen başka şeyler de oldu. Pall Mall
sigarası içmeye başladıktan bir hafta sonra Stephen King’in de Pall Mall
içtiğini öğrendim mesela. Sonra iki romanında çok anlamsız ve gereksiz bir
şekilde ismim geçti. Gerçekten! ‘Alp’ yazıyordu ciddi ciddi. Bir tanesini Kara
Kule’deki, insanların konuşmalarının son hecelerini söyleyip yarım yamalak
tekrar eden Oy isimli hayvancık söylüyordu. Bir tanesi de Kusursuz Fırtına’da
bir bulmaca sorusunun cevabı olarak geçiyordu. Soru da ‘Yodelcinin tüneği’ydi.
Ne demek olduğunu bulup anlayana kadar akla karayı seçtim. Daha sonra başka bir
kitabın arasında üzerinde şiir yazan bir not kağıdı buldum -o günün tarihi olsa
ne ilginç olurdu diye düşündüm sonra alttaki tarihe baktım- ve yazılış tarihi
yıllar önce ama içinde bulunduğum gündü. Kara Kule’yi okurken bir sabah çalıştığım
reklam ajansına gittiğimde klavyemin üzerinde başka bir not kağıdı buldum. Bu
notu ilk kez görüyordum, ben yazmamıştım. Üzerinde bir etli yemek tarifi vardı
-ben pek etli yemek yemem- ve benim el yazıma çok benzeyen bir yazıyla, beş yıl
öncesinde çalıştığım, artık kapanmış olan bankanın not kağıdına yazılmıştı ve
ben de o zamanlar o kağıtları kullanıyordum. Hatta cüzdanımda o not kağıtlarına
yazılmış eski notlar bile vardı -hala var- ama klavyemin üzerindeki kağıdın
nereden geldiğini bilmiyordum. Ajanstaki hiç kimse bilmiyordu, temizlik
görevlisinin de haberi yoktu. Bence tek açıklaması paralel evrendeki Alp’ten
gelmiş olmasıydı! İşte bu nedenlerle ‘kırk yaşıma kadar King okumamış olmamın
da belki mistik bir sebebi vardır’ demiştim az önce.
Bir yıl boyunca sadece Stephen King okuyunca sonlara doğru sürekli aynı
hikayeyi okumaya devam ediyormuşum gibi hissetmiştim. Bunu olumsuz anlamda
söylemiyorum çünkü bu King’in bilinçli olarak yaptığı bir şey. Bütün
romanlarını, hikayelerini kapsayan ortak bir atmosferi var. Bir romanındaki
karakter başka bir romanda farklı bir yaşta bazen farklı bir isimle karşınıza
çıkabiliyor. Farklı romanlardaki karakterler aynı hikayede karşılaşabiliyor.
Hatta bunu farklı zaman dilimlerinde yapabiliyorlar. Hikayeler genellikle aynı
coğrafyada geçiyor. Kingologların -ben onlara öyle diyorum- yaptıkları
incelemeler sonucu hazırladıkları karmakarışık bir çizelgede neredeyse bütün
romanlarının bir şekilde birbirleriyle bağlantılı olduğu görülüyor. On yıllar
boyunca yazılan onlarca birbirinden bağımsız roman ve aslında arka planda
işleyen ortak bir kurgu. Bence bu muhteşem bir şey. ‘Edebi’ anlamda çok ince
eleyip sık dokumadan incelersek, bence ortaya insanüstü bir romancı, hikayeci
çıkıyor. Bir kurgu dehası. Bütün kitaplarını çeviri olarak okuduğum için
bilemiyorum ama eminim orijinal dilde okumak da ayrı bir keyif katıyordur bu
sürece.
Gelelim Kubbe'nin Altında’ya. 1024 sayfalık bir tuğla. Kendi koşullarımda
yoğun okumama rağmen iki haftamı aldı bitirmek. Ama değdi. Öncelikle dizisini
seyredenlerin kitabı okuyanlardan fazla olduğunu varsayarak onlara bir şey
söylemek istiyorum. Dizi henüz tamamlanmadı ama şu ana kadar olan kısmı için
kitaptan çok farklı olduğunu ifade etmek isterim. Yani ‘dizisini seyrettim,
kitabı okumak zevkli olmaz’ diye düşünen ‘kitapseverler’ varsa çok yanılıyorlar
çünkü çoğu şey bambaşka. ‘Nasıl olsa dizisini seyrettim, kitabını okumaya gerek
yok’ diye düşünen varsa da aynı şey geçerli tabii ki. Ayrıca dizinin finalini
nasıl yaparlar bilemiyorum ama kitaptaki gibi olacağını da pek sanmıyorum.
Çünkü diziyi diziseverler seyrediyor. 1024 sayfalık Stephen King kitabını ise
sadece kitapseverler hatta Kingseverler -ben onlara öyle diyorum- okur. Kitabı
okuyanlar açısından tatmin edici bir son söz konusu olsa bile dizi seyredenler
için daha farklı bir final yapacaklarını tahmin ediyorum.
Kitapta çok fazla yan karakter var. İlk başta buradan oraya, oradan buraya
git gel derken hikaye çok kopuk kopuk olacak diye korktum ama hiç öyle olmadı.
Adı geçen bütün karakterler gayet dozunda işlenmişti ve hikayeye de çok ideal
bir şekilde dahil edildiler. Ben en çok Koca Jim karakterini -diziyi
seyredenler bilirler- sevdim. Kişilik olarak değil tabii, işleniş olarak. Onca
kötülüğü, hileyi, hırsızlığı, cinayeti sadece kasabanın iyiliği için
gerçekleştirdiğini gerçekten düşündüğüne inandım. Baş kahramanımız Dale Barbara
(Junior’un deyişiyle Baaaarbie) ve yardımcı kadın oyuncu gazeteci Julia Shumway
de gayet tutarlı karakterlerdi. Dizidekinden farklı olarak Julia’nın Barbie’den
epey yaşlı olması bence çok daha keyifli olmuş. Junior desen bambaşka bir
karakterdi. Dizide hiç iyi işlenmemiş. Bence bu kitabın filmi yapılmalı ve
kitaba daha sadık kalınarak işlenmeli konu ve karakterler. İşte o zaman
Junior’u görün siz. Gerçi o zaman da düşüncelerini duymak mümkün olmadığı için
yine bir şeyler eksik kalacaktır tabii. Ama dizideki gibi de olmamalıydı. İpucu
vermiş olmamak için fazla detayına giremeyeceğim ama Andy Sanders karakterine
de dikkat etmek lazım. Hikayenin başıyla sonu arasında çok farklı bir tavır ve
davranış sergiliyor. İnsan biraz daha fazlasını yapmasını istiyor ama olduğu
kadarı da iyi. Neyse işte. Bütün karakterler çok güzel işlenmiş. Hepsinin
üzerinde tek tek durulup çalışıldığı belli oluyor.
Kitabın sonuyla ilgili olarak Kingseverlerden farklı olarak bazı
kitapseverlerin de memnuniyetsizlik yaşayacağını tahmin ettiğim için o konuda
da birkaç şey söylemeliyim diye düşünüyorum. Hatta birkaç Kingsever de hoşnut
kalmamış olabilir diye tahmin ediyorum. Bence böyle hikayelerde sondan çok
kurgunun başına ve gelişimine odaklanmak lazım. İlla ki ‘çok’ açıklayıcı ve
tatmin edici bir sona bağlanması gerekmiyor bence bazı hikayelerin. Son
sayfasına kadar heyecanla ve merakla okudun mu okumadın mı ona bakmak gerekir.
Bir yazar olarak işin kolayına kaçmak amacıyla böyle diyor gibi görünüyor
olabilirim ama samimiyetle söylüyorum ki bunlar benim gerçek hislerim. Lost
dizisi için de aynı şeyi söylemiştim. Kimse sonundan memnun değildi ama ben
umursamadım sonunu. Yedi sekiz yıl boyunca insanları diken üstünde, televizyon
karşısında tutup, heyecandan kalp krizi geçirtip, meraktan kudurtmadılar mı?
Sırf hikayenin sonu için bile olsa yaşanan bütün bu duyguların yaşandıkları
anın hiç mi önemi yok? Hemen unutulup çöpe mi atılmalılar? Hayır! İlginç bir
başlangıç, güzel bir gelişme, sağlam bir işleniş de bence oldukça tatmin
edicidir. Hatta Italo Calvino’nun bir kitabı vardır ‘Bir Kış Gecesi Eğer Bir
Yolcu’ isimli. Yarım bırakılmış on beş romandan oluşuyor. Alın okuyun. Ne demek
istediğimi ve ne kadar haklı olduğumu siz de göreceksiniz.
Bu kadar kalın bir roman ve tabii Stephen King söz konusu olunca inceleme
yazısı da uzun oldu haliyle. Macera, heyecan, gizem, gerilimden hoşlanan
kitapseverlerin mutlaka okuması gereken bir kitap. Kingseverlere bir şey demiyorum,
diziyi seyretmiş olsalar da olmasalar da onlar zaten ya okumuşlardır ya da
okuyacaklardır eninde sonunda.
Ekteki linkte de Kingologların hazırladığını söylediğim karmakarışık
çizelgede Stephen King evrenini bulabilirsiniz:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder