Avusturyalı yazar
Stefan Zweig’ın Satranç öyküsü hakkında daha önce de
epey yazı yazılıp çizilmiş durumda. Çünkü uzun öykü ya da kısa roman
diyebileceğimiz bu kitap bence gerçek bir ‘edebiyat’
eseri. Zweig’ın birkaç kurgu metninden biri ve
psikolojik çözümleme açısından ciddi bir çalışma. Bildiğim kadarıyla Zweig daha
çok biyografi yazıyor ve onun yazdığı biyografileri diğerlerinden ayıran şey
ele aldığı kişileri, çocuklukları dahil yaşadıkları zaman dilimiyle, bulundukları
coğrafyayla ve irtibat halinde oldukları kişilerle olan ilişkilerinin yarattığı
psikolojik etkileri saptayıp ortaya koymasından kaynaklanıyor. Stefan Zweig
resmi olmasa da gerçek bir psikolog olarak kabul ediliyor.
Bu öyküde yer
alan, anlatıcı, zengin adam, satranç şampiyonu ve gizemli satranç oyuncusundan
oluşan dört önemli karakter için yoğunluk bakımından farklı da olsa kayda değer
psikolojik çözümlemeler ortaya koyuluyor. En çok da gizemli oyuncunun geçmişine
odaklanan ve Nazi döneminde yaşadığı psikolojik işkencenin yarattığı baskı
sonucu beliren kişilik bölünmesinin anlatıldığı bölümde okuyucu da gerilimi
somut olarak hissediyor. Kazanma hırsı, kendine güven, doğal yetenek gibi
konuları ön plana çıkararak diğer karakterlerin de çözümlemesini yapan Zweig
böylesine kısa bir metinle bile okuyucuyu kendisine bağlamayı başarıyor.
Diğer taraftan
hikayeyi ilerleten şey sadece psikolojik çözümlemeler değil tabii ki. New York’tan
yola çıkıp Buenos Aires’e doğru yol alan bir yolcu gemisinde geçen
hikayede anlatılan birkaç satranç karşılaşması okuyucuya başarılı bir aksiyon
romanındaki çatışma bölümleri kadar heyecan veriyor. Aslında bunun nedeni de
satranç tahtasının başında oturan karakterleri yazarın çok başarılı bir biçimde
anlatarak okuyucuya benimsetmiş olmasından kaynaklanıyor.
Bu arada böyle bir hikayede satranç oyunu hakkında da bir şeyler söylenmemiş olması mümkün değil tabii ki. Zweig satrancı öyle bir anlatmış ki bu kadar az, bu kadar arada sırada, bu kadar amatörce satranç oynuyor olmaktan büyük üzüntü duydum. Bundan sonra satrançla daha ciddi ilgilenmeye, ustaların oyunlarını incelemeye, açılışlar, taktikler öğrenmeye, daha sık satranç oynayarak öğrendiklerimi uygulamaya karar verdim. Hatta kim bilir belki bir gün ben de satranç konulu bir şeyler yazarım.
Bu arada böyle bir hikayede satranç oyunu hakkında da bir şeyler söylenmemiş olması mümkün değil tabii ki. Zweig satrancı öyle bir anlatmış ki bu kadar az, bu kadar arada sırada, bu kadar amatörce satranç oynuyor olmaktan büyük üzüntü duydum. Bundan sonra satrançla daha ciddi ilgilenmeye, ustaların oyunlarını incelemeye, açılışlar, taktikler öğrenmeye, daha sık satranç oynayarak öğrendiklerimi uygulamaya karar verdim. Hatta kim bilir belki bir gün ben de satranç konulu bir şeyler yazarım.
Daha önce de
söylemiştim, aynı yazarın birden fazla kitabını okuduğum enderdir diye. Ancak Stefan
Zweig’ın daha önce Amok Koşucusu kitabını okumuş
ve çok sevmiştim. Satranç’ı da sevince hemen gözümü diğer eserlerine
çevirdim. Herhalde çok yakında bütün kurgu eserlerini yalayıp yutmuş olurum.
Görünen o ki Zweig da tüm kitaplarını (roman/öykü) okuduğum yazarlar arasına
katılacak.
Stefan Zweig ile
ilgili bir durum daha var. Bu talihsiz adam iki dünya savaşını da yaşamış.
Hatta her ikisinden de dolaysız olarak etkilenmiş. Ama daha kötüsü ikinci savaş
henüz bitmeden, bir Avusturyalı olarak, Nazi düzeninin öylece sürüp gideceğine
ve eski hayatına asla tekrar kavuşamayacağına inanarak, bunun yarattığı
karamsarlıktan ve umutsuzluktan dolayı intihar etmiş olması. İki yıl daha
dayanabilseydi bu yetenekli yazar kim bilir daha ne kadar güzel eserler ortaya
koyardı.
Stefan Zweig’ın
Satranç öyküsünde de yazarın savaşın sonunu bilmiyor olmasından kaynaklanan ruh
halini hissetmek mümkün. Gizemli satranç oyuncusunun hikayesini okurken
Nazilerle ilgili durumun Almanya’nın savaşı kaybetmesiyle sonuçlanacağını
bekliyorsunuz şartlanmış bir okur olarak. Ancak bunun mümkün olamayacağının
ayrımına varmak ilginç bir deneyim oluyor okur için de. Çünkü Zweig için Almanya
savaşı hiçbir zaman kaybetmedi!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder