Baştan itiraf etmem gerekirse Ferris’in Bilinmeyen ya da özgün adıyla ‘The Unnamed’
romanına başlarken polisiye okuyacağımı sanıyordum. Şu son zamanlarda moda olan
beyaz kapaklı polisiye romanlardan üç beşiyle birlikte elime geçmişti ve ben
bunu da polisiye sanmıştım. Polisiye olduğunu düşündüğüm için de densizin biri
aşırı ipucu içeren bir şeyler söylemiştir korkusuyla da hakkında neredeyse
hiçbir şey okumamıştım. Bunu sadece polisiyeler için değil aslında okuduğum
bütün kitaplar için yapıyorum genelde. Kitabı okurken şaşırmak istediğim için
hakkında ne kadar az bilgi sahibi olursam o kadar iyi diye düşünüyorum çünkü.
Tabii bunu sağlamak için de kitabevine gidip, raftan rastgele kitaplar seçip
okuyor değilim. Ya zaten bildiğim yazarları tercih ediyorum ya arkadaş
tavsiyelerine uyuyorum ya da zaman zaman popüler kitaplara yöneliyorum.
Neyse, sonuç olarak Bilinmeyen’i polisiye zannederken bambaşka bir hikayeyle
karşılaştım ve gerçekten de çok şaşırdım. Aslında polisiye olduğunu zannetmeseydim
de çok şaşırırdım sanırım çünkü yazar oldukça ilginç bir kurguya dayandırmış
hikayesini. Troyer & Barr Hukuk Şirketi’nin başarılı ortak avukatı Tim
Fransworth’ün başından geçen bu ilginç kurgunun ne olduğu daha ilk sayfalarda
ortaya çıkıyor ama işin sürprizini kaçırmamak için burada fazla ipucu
veremeyeceğim tabii ki. Ancak bir hastalıktan söz ediyor olduğumu
söyleyebilirim sanırım. Tim, eşi Jane ve kızları Becka’dan oluşan üç kişilik ailesinin
hayatını değiştiren çok sıradışı ve bir o adar da amansız bir hastalıktan söz
ediyorum.
Aslında bana göre yazar bu kitapta çok gerçekçi görünen ama tamamen
kurgusal bir hikayenin paralelinde günümüz insanının yaşantısını sorguluyor.
Daha doğrusu bunu belirgin bir kaygıyla yaptığını sanmıyorum ama okuyucuyu bir
şekilde kendi hayatını sorgulamaya yönlendiriyor. Ve ön plandaki konu özgür
irade konusu bence. Herkes her şeyi özgür iradesiyle yaptığını, söylediğini
hatta düşündüğünü düşünür. Ancak bence bu doğru değildir. Etrafımızda özgür
irademizi sınırlayan, zorlayan o kadar çok şeyle çevriliyiz ki özgür iradeden
bahsetmek bile anlamsızlaşıyor. Üstelik bu şeylerin birçoğunu da kendi özgür
irademizle ortaya çıkarıyor olmamız da apayrı bir çelişki.
Ferris ise özgür iradenin tamamen ortadan kalktığı bir durum yaratıyor
romanında. Üstelik bu durum günümüz insanının özgür iradesini ortadan kaldıran
etkenlere uymasını engelleyen ters bir özgür irade yoksunluğu. Bunun yol açtığı
sonuçlarsa okunmaya değer.
Filozofik yaklaşımların yanı sıra romanda bir aksiyon ve gerilim havası da
var. Okurken şimdi ne olacak, bu durum nasıl sonuçlanacak, hikayenin sonu
nereye varacak diye epey meraklanıyor insan. Ve tahmin edilebilir ama tahmin
edilebilir olması etkisinden hiçbir şey yitirmesine neden olmayan bir şekilde
sonlanıyor hikaye. Mutlu son mu yoksa mutsuz son mu kararını vermek okuyucuya
kalıyor ve bu karar da okuyucudan okuyucuya değişiyordur diye düşünüyorum.
Bütün bunların yanı sıra roman aynı zamanda bir aşk hikayesi. Tim ve Jane
arasındaki “iyi günde, kötü günde” durumuyla birlikte aşk, sevgi, özlem, cinsellik,
ihtiyaç ve fedakarlık kavramları da alttan alttan işleniyor ve sorgulanıyor. Hatta
Tim ile kızı Becka arasındaki iletişim de ebeveyn ve çocuk arasındaki günümüz
iletişimiyle ilgili göndermeler içeriyor.
Diğer taraftan çok az işlenen fakat okuyucunun ciddi ciddi meraklanmasını sağlayan
başka bir unsur daha var romanda: Bir cinayet davası. Karısını öldürmekle
suçlanan fakat kanıtlayamasa da masum olduğunu iddia eden zengin bir adam.
Sokakta sanık avukatının yani Tim’in karşısına çıkan ve müvekkilinin suçsuz
olduğunu iddia ettikten hatta cinayet silahını gösterdikten sonra ortadan
kaybolan ve bir türlü bulunamayan meçhul bir adam. Ve bu yan hikayenin asıl hikayeye
etkisi ve dramatik bir son. Şimdi yine yazarken düşündüm de bu yan hikayeden
yola çıkarak kitabın bir açıdan polisiye olduğunu varsayabiliriz. Demek ki
başlangıçta polisiye roman okuyacağımı zannederken yanılmamışım!
Son olarak Joshua Ferris’in ağzından da kendi romanı hakkında bir şeyler
duyalım bakalım ne demiş:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder