3 Haziran 2016 Cuma

Kızıl Nehirler – Jean-Christophe Grangé

Bu kitabın filmini uzun yıllar önce seyretmiş sonra da nasıl olsa filmini seyrettim diyerek kitabını okumayı gündemimden çıkarmıştım. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra da geçenlerde nasıl olsa filmini unuttum artık kitabını okuyabilirim diyerek okuma listeme aldım ve okudum. Sonra da yahu bunun filmi çok daha başka türlüydü diyerek filmi bir kez daha izledim. Gerçekten de öyleymiş. Ben genelde kitaptan uyarlanan filmlere yapılan kitabı iyi yansıtamamış, eksik kalmış eleştirilerine katılmam ve ikisini ayrı değerlendirmek gerektiğini savunurum. Ama bu kez hiç de öyle düşünmüyorum. Kitabı iyi yansıtamamayı bırakın o kadar çok değişiklik yapmışlar ki saçma sapan bir durum ortaya çıkmış. Kitapta çok önemli olan unsurlar -ki ayrıntılardan söz etmiyorum, ana unsurlardan söz ediyorum- göz ardı edilmiş ki kurgu tamamıyla havada kalmış. Kimin neyi neden yaptığının hiçbir doğru dürüst mantıklı açıklaması yok. Kitaptaki temel eksenden ayrılınca olaylara, cinayetlere getirilen açıklamaların başı sonu belli değil. Kaldı ki kitapta ayrıntılar bile cinayet çözümleme aşamasında çok önemli rol oynarken film kör gözüm parmağına diyerek çekilmiş. Grangé bu filmin böyle yazılıp çekilmesine nasıl izin verdi bilemiyorum.

Neyse, gelelim kitaba... Kitap gerçekten çok güzel kurgulanmış. Son sayfalarına kadar elinizden düşürmeden, merak içinde okuyorsunuz. İki ayrı dedektifin Pierre Niemans ile Karim Abdoufun birbirinden bağımsız ilerleyen araştırmaları kurguya ayrı bir keyif katmış. Aynı vakayla ilgili buldukları delilleri onlar birbirinden habersiz oldukları için bilmiyorlar ama okuyucu olarak biz biliyoruz. Okurken bir ara Niemansın karşılaştığı bir durum karşısında daha önce öğrendikleriyle bağlantı kuramadığı için yazara bir sürü laf saydıktan sonra daha önceki bulguların Karim Abdoufun bölümlerinde yer aldığını hatırlayarak gıyabında özür dilemiştim Grangéden. Bununla birlikte dikkat ettiyseniz son sayfasına kadar elinizden düşürmüyorsunuz demedim, son sayfalarına kadar dedim. Bunun nedeni de olan biteni açıklarken bir konuda yazarın saçmalamış olması. Şimdi burada bu saçmalığın ne olduğunu yazacağım fakat ciddi bir spoiler vereceğim için kitabı okumamış ve okumaya niyeti olanlar bu paragrafın bundan sonrasını okumasınlar, bir alt paragraftan okumaya devam etsinler lütfen... Şimdi, cinayetlerimiz hastanede profesör ailelerinin sürekli kendi aralarında evlilik yapmalarından dolayı çocuklarının sağlıksız doğmasına çözüm olarak köylülerin sağlıklı bebekleriyle sağlıksız bebeklerin değiştirilmesine ve daha sonra değiştirildiğini öğrenen kişilerin intikam almasına dayanıyor. Yine sağlıklı bir ailenin bebeğinin doğacağı gece bu değiştirme için olayların içindeki hastabakıcı (ikinci kurban olan Philippe Sertysin babası) gerekli hazırlıkları yapıyor, yeni doğmuş sağlıksız bebeği hazır ediyor ve sağlıklı bebeğin doğumunu bekliyor. Fakat sürpriz bir şekilde ikiz bebekler dünyaya geliyor. Hastabakıcı şaşırıyor. Operasyondan vazgeçmek istemiyor çünkü ikizlerin ailesi gerçekten çok sağlıklı ve yetenekli tipler. Onların çocuğu profesörlerin klanına büyük katkıda bulunabilir. Bu yüzden ikiz bebeklerden birini alıyor ve yerine sağlıksız olan bebeği bırakıyor. Buraya kadar kurgusal sorun yok. Sonra hastabakıcımız Sertys düşünüyor ki ikiz bebeklerin birbirine hiç benzemeyecek olması ileride sorun yaratacak, akıllarda soru işaretleri oluşturacak. O yüzden birini öldürmeye karar veriyor doğal bir ölümmüş gibi gösterecek şekilde. Siz olsanız hangisini öldürürsünüz? Yani yazarın yerinde değil katilin yerinde olsaydınız diye soruyorum. Tabii ki ikiz olanı. Böylece ortada hiçbir sorun kalmaz. Fakat Sertys (daha doğrusu Grangé) ne yapıyor? Öteki bebeği öldürüyor ve ailenin başka şehirde yaşamasından dolayı ikizlerin bir daha bir araya gelmeyeceği sonucunu çıkararak içi rahat bir şekilde hayatına devam ediyor. Bütün olaylar, cinayetler de daha sonra ikizlerin bir araya gelmesinden dolayı meydana geliyor. Ama bu kadar da olmaz ki! Bu resmen okuru enayi yerine koymak! Grangéye çok kızdım bu yüzden. Hiç olamazsa hastabakıcının ikiz bebeği öldürmek niyetinde olduğu fakat bir şekilde bebekleri karıştırarak ya da işi aceleye getirmek zorunda kalarak diğerini öldürdüğünü söyleseydin.


İşte böyle... Bu nedenden ötürü biraz sinirlerim bozuldu kitap sona erdiğinde. Okuyucuyu enayi yerine koyan kurgulardan ve dolayısıyla yazarlardan nefret ediyorum. Ben de kitap yazıyorum ve böyle durumlar ortaya çıkmasın diye akla karayı seçiyorum. Gerçi bu kadar karmaşık kurgular yazmıyor olmam bir avantaj ama yine de bu konuda çok hassas davranıyorum sonuçta. Ama kitabı daha yeni bitirdiğim için bu kadar yoğun duygular içindeyim. Diğer taraftan Grangénin okumadığım tek kitabı kaldı o da Kurtlar İmparatorluğu. Onun da filmini seyretmiştim uzun zaman önce. Kitap evde duruyor. En kısa zamanda onu da okuyacağım. Sonra da filmi tekrar izlerim. Diyeceğim o ki diğer okuduğum kitaplarda bu kadar bariz bir kurgu hilesiyle karşılaşmadığım için Grangéyi hala sevmeye devam ediyorum. Kızıl Nehirler de nazar boncuğu olsun.


25 Mayıs 2016 Çarşamba

Marifetler / Sesler / Güçler - Ursula K. Le Guin

Ursula K. Le Guinin Batı Sahili Yıllıkları serisinin üç kitabı olan bu kitaplar için ayrı ayrı değerlendirme yazıları da yazılabilir tabii ama ben üçünü tek bir yazıda ele almak istedim. Birbirlerinin hem devamı gibi görünen hem de öyle olmayan bu fantastik hikayeler tam Le Guin tarzı. Bütün fantastik unsurlarına rağmen sanki gerçekçi bir hikayeymiş gibi okuyor, etkisinde kalıyorsunuz kurgunun ve karakterlerin. Aslında üç kitap da çocukların hikayelerini anlatıyor. Bu hikayelerin eşliğinde de insan ilişkileri, insanların sahip olduğu özellikleri ve yetenekleri nasıl iyiye ya da kötüye kullanabileceği veya hiç kullanmayabileceği, kullanamayabileceği anlatılıyor. Ayrıca savaş, kölelik, esaret, siyaset, devlet, demokrasi, din, sanat, edebiyat gibi toplumsal konular fantastik bir çerçevede ele alınsa da günümüzdeki izdüşümlerini üç kitapta da bulmak mümkün. 

İsimlerinden de az çok anlaşılabileceği gibi bir takım doğaüstü güçlere, yeteneklere sahip olan insanların konu edildiği üç hikayede de kurgu hem bu güçlerin üzerine oturtulmuş durumda hem de bu güçler kurguyu çok da yönlendirmiyor. Büyücülerin güçleriyle ortalığı birbirine kattığı, heyecan dolu maceraların dolu dizgin yaşandığı fantastik romanlardan gelen alışkanlıkla okuyucu Le Guinden de bu yönde gelişmeler bekliyor ama ne yazık ki beklenen pek gerçekleşmiyor. Örneğin ilk kitap olan Marifetlerin kahramanı Orrec Caspronun gücünü ele alalım. Bu aşamadan sonra yazacaklarım biraz spoiler niteliğinde olacaktır. Le Guinin kitapları sonunu bilseniz dahi keyifle okunacak türde kitaplar olduğu için bence pek sakıncası yok ama bu konuda hassas olanların bundan sonra yazacaklarımı okumamasında ya da göz ucuyla okumasında yarar var. Orrecin gücünden söz ediyorduk. Daha doğrusu var olup olmadığı dahi tartışmalı olan gücünden... Zaten bu gücün var olup olmadığı da kurgunun ana eksenlerinden birini oluşturuyor. Neyse, çocuk (daha sonra genç) Orrecin babasından, soyundan gelmesi gereken gücü insanları çözmek, yani bir bakışıyla kemiklerini un ufak edebilmek. Bu gücün varlığı kullanılmasına gerek kalmadan da düşman saldırılarını önlemek açısından önemli bir unsur. Fakat Orrec bu gücünü bir türlü çağıramıyor ve bu durumdan endişe duyan babası kendi gerçekleştirdiği birkaç çözme vakasını Orrecin gerçekleştirdiğini Orrec dahil herkese kabul ettiriyor. Hatta çok büyük bir gücü olduğu ve bu gücünü kontrol edemediği bahanesiyle Orrecin gözlerini yıllarca bağlı tutuyor. Düşmanları da Orrec göz bağını çözüp kendilerine bakarsa un ufak olacaklarına inandığından uzak duruyorlar. En sonunda Orrec babasının kendisini kandırdığını, aslında gücünün olmadığını anlıyor. Bununla birlikte Orrecin başka bir yeteneği daha var, o da şiir yazmak. Buraya kadar tamam, kabul ettik, Orrec gücünü hiç kullanmadı, kullanamadı. Ama yine de henüz ortaya çıkmamış bile olsa gücü olabilir. Heyecanlı fantastik macera sevenler için bir hayal kırıklığı söz konusu ama hikaye yine de güzeldi.

Derken ikinci kitaba geçiyorsunuz: Sesler. Bu tamamen başka bir hikaye, başka bir çocuğun, Memerin hikayesi. Şehri acımasız düşmanlar tarafından ele geçirilmiş, tüm şehir halkı esir edilmiş bir kız çocuğunun... Onun da kendine özgü bir gücü var ama ben ondan bahsetmeyeceğim. Benim en heyecanlandığım an Orrecin gezgin ve yetişkin bir ozan olarak esaret altındaki bu şehre gelmesi. Ardından işgalcilere karşı gerçekleşen isyanda rol oynaması. İşte ben bu aşamada Orrecin gücünü işgalcilere karşı kullanacağı bir an geleceğini umarak çok heyecanlandım ama Le Guin benim bu heyecanıma hiç aldırış etmeyerek yine kendi bildiğini okudu daha doğrusu yazdı ve beni bir kez daha hayal kırıklığına uğrattı. Ama yanlış anlaşılmasın, bu hayal kırıklığını ciddi bir şikayet olarak dile getirmiyorum. Anlatılan o kadar keyifli, o kadar dingin, o kadar içine çeken bir hikaye ki benimki gibi şımarıkça bir beklentinin gerçekleşmemesi bu özelliklere en ufak bir gölge bile düşürmüyor. Tam tersine beklentimin gerçekleşmemesinden mazoşist bir haz duyduğumu bile söyleyebilirim.

Üçüncü kitap olan Güçler ise köle bir çocuğun hikayesi. Hikaye ilerledikçe kaçak bir köle durumuna düşen ve peşine köle avcıları takılan Gavirin yolu da en sonunda Orrec ve Memer ile kesiştiğinde göz yaşlarımı tutamadım açıkçası. Bu da benim açımdan Le Guinin fantastik bir hikayeyi okuyucu için ne kadar gerçekçi kılabildiğinin en büyük göstergesi.

Le Guinin en önemli özelliklerinden bir kahramanlarını güçlü, karizmatik, korkusuz kişiler olarak değil, güçsüz, zayıf, çelimsiz, çirkin, kırılgan, korkuları ve zaafları olan, çaresiz kişiler olarak ortaya koymasıdır. Bu kahramanlar bazen zaman içinde güçlü kişiler haline gelebilseler de genelde zayıflıkları son ana kadar peşlerini bırakmamakta, en büyük kahramanlıklarını iyi niyetleri, geniş yüreklilikleri, sabırları, doğrulukları ve sevgileriyle ortaya koymaktadırlar.

Daha önce Le Guinin Mülksüzler ve Yerdeniz serisini okuyup çok beğenmiş biri olarak bu üçlemeyi de çok sevdiğimi söyleyebilir ve herkese tavsiye edebilirim. Seriye dördüncü bir kitap eklenmesini de çok isterim doğrusu. Son olarak yazımı Güçlerin arka kapak yazısıyla bitireyim:


''Etra veya Şehir Devletleri'nden herhangi birinin tarihini biraz okuyacak olsanız bu tarih kitaplarının köleler değil krallar, senatörler, generaller, kahraman askerler, zengin tüccarlar hakkında olduğunu, tarih sayfalarında iktidar sahibi, hareket özgürlüğüne sahip insanların yaptıklarının anlatıldığını görürsünüz. Bir kölenin niteliği ve fazileti görünmezliğinde saklıdır. Güçsüzler kendileri için bile görünmez olmak zorundadır.''




Örümcek Ağındaki Kız - David Lagercrantz

Polisiye - macera tarzı Millennium serisinin ilk üç kitabını (Ejderha Dövmeli Kız – Ateşle Oynayan Kız – Arı Kovanına Çomak Sokan Kız) okumuş ve beğenmiş olanlar için zor bir karar bu dördüncü kitabı da okuyup okumamaya karar vermek. Çünkü ilk üç kitabın yazarı olan Stieg Larsson 2004 yılında vefat ettiği için yeni kitabı David Lagercrantz isimli başka bir yazar kaleme almış durumda. Üstelik bildiğim kadarıyla Larsson ailesi serinin devamının yazılmasına karşı çıktığı halde yayın haklarını elinde bulunduran kuruluşun kararıyla gerçekleşmiş bu durum. Peki romanın ana kahramanı gibi görünen Mikael Blomkvist’ten ziyade Lisbeth Salander’le yeni bir kitabın sayfalarında tekrar karşılaşmak fikri her ne kadar çok cazip gelse de ya başarısız bir taklit denemesi söz konusuysa? Larsson’un yazdığı kitaplardaki başarılı kurgu, anlatım ve final ya bu kitapta yoksa? Ya bu kitabı okumak Millennium efsanesine yapılan bir ihanetin ortağı olmak demekse? İşte bu sorulardan ve sorunlardan dolayı birçok Stieg Larsson, Millennium, Salander, Blomkvist hayranı Örümcek Ağındaki Kız’ı okuyup okumamakta tereddüt etti ve etmeye devam ediyor. Doğal olarak ben de bunlardan biriydim. Ama dayanamadım ve okudum. İyi ki de öyle yapmışım.

Larsson ailesinin karşı çıkması bir yana diğer konuların hiçbiri korktuğum gibi gelişmedi. Hatta Larsson’un anısına saygısızlık etmek istemesem de dürüst davranıp dördüncü kitabı diğerlerinden daha başarılı bulduğumu itiraf etmeliyim. Elbette Lagercrantz halihazırda Larsson’un kurgusunun, sağlam karakterlerinin ve tarzının üzerine bir şeyler koymakla yetiniyor olduğu için takdir yine Larsson’un ama Lagercrantz da gerçekten çok sağlam iş çıkarmış. Kurgu, anlatım, final... Hepsinin dozu gayet yerli yerinde. Tabii anlatım derken çevirmenin hakkını da vermek gerekiyor. Diğer taraftan ilk üç kitaba göre biraz daha ayrıntıya inilmiş bu kez. Üstelik teknik anlamda bir ayrıntılı anlatımdan söz ediyorsam da bu asla sıkıcı olmamış. Matematik formülleri, karmaşık sayı dizileri ve bilgisayar programcılığı dili kitapta oldukça önemli bir yer tutmuş olmasına rağmen kurgunun içine çok güzel yedirilmiş. Matematiksel dokunuşlar daha çok otistik bir çocuk olan August’un çevresinde şekilleniyor. August bana (ve sanırım filmi bilen herkese) Bruce Willis’in Şifre Merkür filmindeki Simon’u hatırlattı. Ama olacak o kadar. Buna kopya demeyelim de esinlenme diyelim biz.

Larsson seriyi devam ettirmeyi düşündüğü için bazı sonuçlanmamış arka plan hikayeleri kalmıştı üçüncü kitabın sonuna ulaştığımızda. Lagercrantz kurguyu çok güzel kavramış ve akışı kaldığı yerden başarılı bir şekilde devam ettirmiş. Dördüncü kitabın sonunda da henüz tamamına ermemiş durumlar olduğu için beşinci, altıncı kitapları da göreceğimizi tahmin ediyorum.

Örümcek Ağındaki Kız’ın konusu bu kez Amerikan Ulusal Güvenlik Dairesi’ni (NSA – National Security Agency), İsveç İstihbarat Teşkilatı’nı (SAPO), Rus mafyasını ve üst düzey bir hacker çetesini içine alan bir kurguya sahip. Şirketlerin ve bağımsız mucitlerin icatlarının hack’lenerek ele geçirilmesi ve bu sürecin cinayetlere kadar uzaması konusunda atlatma bir haber peşinde koşan araştırmacı gazetecimiz Mikael Blomkvist’in yolu aynı çerçevede bir takım hesapları olan Lisbeth Salander’le bir kez daha karşılaşıyor. Blomkvist olayları Salander’in kendine özgü desteğiyle çözüme ulaştırmaya çabalıyor. Başarıp başaramadığını görmek için de tabii ki kitabı okumak gerekiyor.

David Lagercrantz da Stieg Larsson gibi toplumsal sorunlara duyarlı bir gazetecilik geleneğinden geldiği için ilk üç kitapta okurun gözüne sokulmadan işlenmiş olan kadının toplumdaki yeri, kadına uygulanan şiddet konuları bu kitapta da ince ince işlenmeye devam edilmiş. Zaten ilk kitabın İsveççe orijinal isminin de Män Som Hatar Kvinnor – Kadınlardan Nefret Eden Erkekler olması da bu konuda ipucu veriyor. Dördüncü kitapta biraz çocukların toplumdaki konumuna ve yaşadıklarına da değinilmiş durumda. Ayrıca istihbarat teşkilatların teknoloji sayesinde bugün ulaştıkları seviyenin kişisel özgürlüklere yönelik bir tehdit olduğu da dile getiriliyor. Dinlemeler, gözetlemeler vs. nedeniyle özel hayat diye bir kavramın artık kalmadığı vurgulanıyor. Lisbeth Salander’in Amerikan Ulusal Güvenlik Dairesi’nin sistemini hack’leyerek bıraktığı “Halkı gözetleyenler en sonunda halk tarafından gözetlenirler” notu da bu bakış açısını çok güzel özetliyor.

Sonuç olarak yazımın başında değindiğim konuya dönmek istiyorum. İlk üç kitabı okuyup beğenenlere tavsiyem gönül rahatlığıyla dördüncü kitabı da okuyabilecekleridir. İlk üç kitabı okumayanlara tavsiyemse hiç vakit geçirmeden okumaya başlamalarıdır.

Bu arada serinin ilk üç kitabının İsveç yapımı filmlerini de pek beğendim ben. David Craig’li Hollywood yapımı olanı henüz seyretmedim ama İsveç yapımı olanları sinema severlere tavsiye edebilirim.


22 Aralık 2015 Salı

12 Ağustos 2015 Çarşamba

Ruhi Mücerret - Murat Menteş

Bu okuduğum ikinci Murat Menteş kitabı oldu. İlk olarak bir süre önce Dublörün Dilemması’nı okuyup hakkında da gayet olumlu bir yazı yazmıştım. Aynı olumlu görüşlerim Ruhi Mücerret için de geçerli. Yine baştan sona kıvrak bir dille yazılmış, zaman zaman absürtlüğe kaçan (iyi ki de öyle) nefes kesen bir aksiyon romanı söz konusu yine. Gerçi kelime oyunları, aforizmalar ve metaforlar biraz aşırıya kaçmış gibiydi. Her cümlede bir oyuncak, her cümlede bir benzetme, bir aforizma ne kadar zekice ya da edebice de olsa okuru yoruyor biraz. Gerçi böyle yorgunluğa da can kurban yine de.

Bu arada Dublörün Dilemması için yaptığım bir olumsuz eleştiri bu kitap için de geçerli. Yazar karakterlerini birinci tekil şahıs olarak konuşturduğu için ve çok kendine özgü bir yazım dili olduğu için farklı farklı karakterler aynı tarz konuşuyor durumu ortaya çıkmış yine.

Kitap 100 yaşındaki bir türlü ölemeyen Kurtuluş Savaşı gazisi Ruhi Mücerret’in hikayesi gibi görünse de (ki öyle görünmesinin asıl nedeni kitabın adı ve kurgunun Ruhi Mücerret ile başlaması) bence asıl kahraman Civan Kazanova. Hem kendi hayat hikayesi hem de Ruhi Mücerret’in hayat hikayesine dahil oluşu kesinlikle kitabın asıl kurgusunu alıp götürüyor. Aksiyonun yanı sıra biraz bilim kurgu ve bol bol hayat felsefesi de var işin içinde. Karakter isimleri ise yine çok eğlenceli: Korkut Üneli, Timur Tümör, Masum Cici, Fujer Fuji, Avni Vav, Serpil Silahlıperi, Nazlı Hilal... Her ne kadar Murat Menteş sırf kendisini ve okuru eğlendirmek amacıyla yazmış gibi düşünülebilirse de biraz geriye çekilip bakıldığında ciddi bir aksiyon kurgusuyla karşılaşıyor insan. Hatta bence bir Tarantino filmi havası var kurguda. Senaryolaştırılıp çekilse Pulp Fiction ya da Reservoir Dogs tadında bir film ortaya çıkabilir. Yani kanaatimce Tarantino filmlerini sevenler bu kitabı ve Menteş’in diğer kitaplarını büyük olasılık seveceklerdir.

Murat Menteş de Barış Bıçakçı ve Alper Canıgüz’den sonra sevdiğim ‘yeni’ yazarlar arasına katılmış oldu böylece. Üstelik hakkında okuduklarıma bakılırsa diğer bir romanı ‘Korkma Ben Varım’ Ruhi Mücerret’ten daha başarılıymış. Okuma listeme aldım. Göreceğiz bakalım.

Bölümlerin başlarındaki ünlü sözler de çok eğlenceliydi. Hangisi gerçek hangisi uydurma, hepsi mi gerçek, hepsi mi uydurma karar veremiyor insan. Araştırmak lazım. Yazımı bitirirken bu bölüm başı sözlerinden birini mi buraya yazsam yoksa kitabın içinden mi güzel bir cümle alsam karar veremedim. En iyisi ikisini birden yapayım:

“Eğer sizde yüz yaşına kadar yaşama isteği uyandıran şeylerle ilginizi keserseniz, yüz yaşına kadar yaşayabilirsiniz."- Woody Allen


Bir insan acıdan delirdiğinde, diğerleri onun acısını değil, deliliğini görürler. (Sayfa144)