19 Ocak 2015 Pazartesi

Od - İskender Pala


Beni bende demen bende değilem
Bir ben vardır bende benden içeru

Kitabın her bölüm başında olduğu gibi ben de Yunus Emreden birkaç kelimeyle başlayayım istedim yazıma.

Öncelikle işin içinde Yunus Emre gibi bir bilge, bir düşünür, bir ozan olunca kitap eğer gerçekten acemi ellerden çıkmadıysa okura keyif vereceğini daha kapağını açmadan garanti ediyor. Nitekim İskender Pala için bu saatten sonra acemi demek mümkün olamayacağına göre ben de Odu keyif duyarak, zevk alarak okudum. Ancak yine de okudukça ve kitap bitince keşke daha özenli ellerden çıksaymış diye düşünmedim değil. Hem yazım hataları nedeniyle hem kurgudaki eksikler nedeniyle hem de tarz nedeniyle.   

Kitabın kurgusu kesinlikle daha uzun ve daha ayrıntılı olarak oluşturulmayı hak ediyormuş bence. Biraz daha Yunus Emreye yakışır bir dille, okurun gönül teline dokunarak, hikaye daha ince ince daha ilmek ilmek dokunabilirmiş. Ama biraz çalakalem kotarılmış gibi duruyor sanki. Okurun Yunusu da İsmaili de yeterince içselleştirmesine olanak sağlayacak bir derinlik ne yazık ki yok kitapta. Belki birinci tekil şahıs olarak anlatılması doğru olmamış. İsmailde o kadar sorun yok da Yunus Emrede üçüncü tekil şahıs kullanılması daha yerinde olabilirmiş. Çünkü hikayeyi kahramanın kendi ağzından dinleyince ve bu kahraman da Yunus Emre olunca ortaya bir çelişki çıkmış. Yunusun mütevazılığı sebebiyle marifetlerinin, mucizelerinin dile getirilişi biraz havada kalmış doğal olarak. Anlatmasa olmaz çünkü hikaye yürümez, anlatsa olmaz bu kez de kendisiyle övünüyormuş gibi olur. Bu nedenle de meğerse ben yapmışım, hiç farkında değilken yapmışım, herkes yaptığımı görüyor ama ben göremiyorum gibi açıklama gereklilikleri doğmuş ama bunlar da okuru ister istemez biraz aşağıya çekiyor. Kitabın sonu da biraz fazla apar topar bitiyor.

Gelelim kitabın diline ve yaratılan atmosfere. Bir yere kadar fena olmamış demek boynumun borcu. Yani çok da kötü değil. Kendimi kaptırmadıysam da hikayeden etkilendiğim bölümler oldu. Hatta birkaç yerde gözyaşlarımı tutamadım. Ama bu durum yazan kişiden çok yazılan kişiden kaynaklanıyordu kanaatindeyim yine de. Neyse. Kitabı okurken aklıma Yargu geldi. Ezel Akay ve Haldun Çubukçunun birlikte yazdıkları bir dönem romanı. Ve Od ile aynı dönemi anlatıyor. Orada kullanılan dil ve yaratılan atmosfer çok daha büyüleyici ve içine çekiciydi. Ezel Akay vesilesiyle Karagöz Hacivat Neden Öldürüldü filmi akla gelmiştir hemen. Oradaki dil, tarz ve anlatım da dönem itibarıyla Oda göre daha bir yerine oturuyordu diye düşünüyorum.

Bir de İskender Palanın muhafazakar kişiliği var tabii ki işin içinde. Dinsel anlamda biraz fazlaca belirli bir tarafa doğru yontulmuş, yontulmaya çalışılmış hikaye. Yunus Emrenin dini görüşüne ters değil belki ama dünya görüşünü okura aktarmaya yetmeyecek bir daralmaya, eksikliğe neden olmuş söz konusu yaklaşım. Keza Mevlanadan, Hacı Bektaş-ı Veliden, Taptuk Emreden söz ederken de aynı durum geçerli. Madem böyle bir hikaye yazılacak o zaman tasavvufun, sufizmin de hakkını vermek gerekir.

Uzun sözün kısası birkaç eksiğiyle birlikte konusu güzel, hikayesi güzel bir roman olmuş. Keyifle okunabilir.

O zaman başladığımız gibi yine Bizim Yunus'tan birkaç kelimeyle bitirelim yazımızı:

Acep şu yerde varm'ola
Şöyle garip bencileyin
Bağrı başlı gözü yaşlı
Şöyle garip bencileyin

Gezdim Rum ile Şam'ı
Yukarı illeri kamu
Çok istedim bulamadım
Şöyle garip bencileyin

Kimseler garip olmasın
Hasret oduna yanmasın
Hocam kimseler duymasın
Şöyle garip bencileyin

Söyler dilim ağlar gözüm
Gariplere göynür özüm
Meğer ki gökte yıldızım
Şöyle garip bencileyin

Nice bu dert ile yanam
Ecel ere bir gün ölem
Meğer ki sinimde bulam
Şöyle garip bencileyin

Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin

Hey Emre'm Yunus biçare
Bulunmaz derdine çare
Var imdi gez şardan şara
Şöyle garip bencileyin



8 Ocak 2015 Perşembe

Kubbe'nin Altında - Stephen King


Ben olsaydım bu kitabın ismini sadece Kubbe koyardım ya da Türkçe’ye öyle çevirirdim. Tek sözcüklü kitap isimleri daha çok yakışıyor bence Kral’a. Medyum, Mahşer, Tepki, Cinnet, Çağrı, Falcı, Sis gibi.

Stephen King’in benim için yeri ayrıdır. O nedenle bir romanı için yazdığım bu ilk inceleme yazısı da oldukça özel. Çünkü ben kendim için ‘büyüyünce Türkiye’nin Stephen King’i olacağım’ diyen biriyim.

Çok seveceğimi bile bile kırk yaşıma kadar hiç Stephen King kitabı okumadım. Bir tatlı gibi ziyafetin sonuna sakladım. Neden ‘kırk’ onu da bilmiyorum. Belki bunun da mistik bir sebebi vardır. Ve kırk yaşıma gelince de bir yıl içinde bütün kitaplarını okudum. Yaklaşık elli kitaptan söz ediyorum. Ve bunların yedisi Kara Kule! İlk onunla başladım hatta. 2010 yılı benim için Stephen King yılıdır bu nedenle. Sonra da yazmaya başladım. Şu ana kadar iki çocuk romanı, beş kısa roman (novella), bir hikaye ve bir de roman yazdım. Hepsi de fantastik. Bazıları gerilim, korku türünde. Kimisi yayımlandı kimisi bu yıl yayımlanacak. Yazmaya da devam ediyorum tabii ki.

Ama bana bunlardan daha ilginç gelen başka şeyler de oldu. Pall Mall sigarası içmeye başladıktan bir hafta sonra Stephen King’in de Pall Mall içtiğini öğrendim mesela. Sonra iki romanında çok anlamsız ve gereksiz bir şekilde ismim geçti. Gerçekten! ‘Alp’ yazıyordu ciddi ciddi. Bir tanesini Kara Kule’deki, insanların konuşmalarının son hecelerini söyleyip yarım yamalak tekrar eden Oy isimli hayvancık söylüyordu. Bir tanesi de Kusursuz Fırtına’da bir bulmaca sorusunun cevabı olarak geçiyordu. Soru da ‘Yodelcinin tüneği’ydi. Ne demek olduğunu bulup anlayana kadar akla karayı seçtim. Daha sonra başka bir kitabın arasında üzerinde şiir yazan bir not kağıdı buldum -o günün tarihi olsa ne ilginç olurdu diye düşündüm sonra alttaki tarihe baktım- ve yazılış tarihi yıllar önce ama içinde bulunduğum gündü. Kara Kule’yi okurken bir sabah çalıştığım reklam ajansına gittiğimde klavyemin üzerinde başka bir not kağıdı buldum. Bu notu ilk kez görüyordum, ben yazmamıştım. Üzerinde bir etli yemek tarifi vardı -ben pek etli yemek yemem- ve benim el yazıma çok benzeyen bir yazıyla, beş yıl öncesinde çalıştığım, artık kapanmış olan bankanın not kağıdına yazılmıştı ve ben de o zamanlar o kağıtları kullanıyordum. Hatta cüzdanımda o not kağıtlarına yazılmış eski notlar bile vardı -hala var- ama klavyemin üzerindeki kağıdın nereden geldiğini bilmiyordum. Ajanstaki hiç kimse bilmiyordu, temizlik görevlisinin de haberi yoktu. Bence tek açıklaması paralel evrendeki Alp’ten gelmiş olmasıydı! İşte bu nedenlerle ‘kırk yaşıma kadar King okumamış olmamın da belki mistik bir sebebi vardır’ demiştim az önce.

Bir yıl boyunca sadece Stephen King okuyunca sonlara doğru sürekli aynı hikayeyi okumaya devam ediyormuşum gibi hissetmiştim. Bunu olumsuz anlamda söylemiyorum çünkü bu King’in bilinçli olarak yaptığı bir şey. Bütün romanlarını, hikayelerini kapsayan ortak bir atmosferi var. Bir romanındaki karakter başka bir romanda farklı bir yaşta bazen farklı bir isimle karşınıza çıkabiliyor. Farklı romanlardaki karakterler aynı hikayede karşılaşabiliyor. Hatta bunu farklı zaman dilimlerinde yapabiliyorlar. Hikayeler genellikle aynı coğrafyada geçiyor. Kingologların -ben onlara öyle diyorum- yaptıkları incelemeler sonucu hazırladıkları karmakarışık bir çizelgede neredeyse bütün romanlarının bir şekilde birbirleriyle bağlantılı olduğu görülüyor. On yıllar boyunca yazılan onlarca birbirinden bağımsız roman ve aslında arka planda işleyen ortak bir kurgu. Bence bu muhteşem bir şey. ‘Edebi’ anlamda çok ince eleyip sık dokumadan incelersek, bence ortaya insanüstü bir romancı, hikayeci çıkıyor. Bir kurgu dehası. Bütün kitaplarını çeviri olarak okuduğum için bilemiyorum ama eminim orijinal dilde okumak da ayrı bir keyif katıyordur bu sürece.   

Gelelim Kubbe'nin Altında’ya. 1024 sayfalık bir tuğla. Kendi koşullarımda yoğun okumama rağmen iki haftamı aldı bitirmek. Ama değdi. Öncelikle dizisini seyredenlerin kitabı okuyanlardan fazla olduğunu varsayarak onlara bir şey söylemek istiyorum. Dizi henüz tamamlanmadı ama şu ana kadar olan kısmı için kitaptan çok farklı olduğunu ifade etmek isterim. Yani ‘dizisini seyrettim, kitabı okumak zevkli olmaz’ diye düşünen ‘kitapseverler’ varsa çok yanılıyorlar çünkü çoğu şey bambaşka. ‘Nasıl olsa dizisini seyrettim, kitabını okumaya gerek yok’ diye düşünen varsa da aynı şey geçerli tabii ki. Ayrıca dizinin finalini nasıl yaparlar bilemiyorum ama kitaptaki gibi olacağını da pek sanmıyorum. Çünkü diziyi diziseverler seyrediyor. 1024 sayfalık Stephen King kitabını ise sadece kitapseverler hatta Kingseverler -ben onlara öyle diyorum- okur. Kitabı okuyanlar açısından tatmin edici bir son söz konusu olsa bile dizi seyredenler için daha farklı bir final yapacaklarını tahmin ediyorum.

Kitapta çok fazla yan karakter var. İlk başta buradan oraya, oradan buraya git gel derken hikaye çok kopuk kopuk olacak diye korktum ama hiç öyle olmadı. Adı geçen bütün karakterler gayet dozunda işlenmişti ve hikayeye de çok ideal bir şekilde dahil edildiler. Ben en çok Koca Jim karakterini -diziyi seyredenler bilirler- sevdim. Kişilik olarak değil tabii, işleniş olarak. Onca kötülüğü, hileyi, hırsızlığı, cinayeti sadece kasabanın iyiliği için gerçekleştirdiğini gerçekten düşündüğüne inandım. Baş kahramanımız Dale Barbara (Junior’un deyişiyle Baaaarbie) ve yardımcı kadın oyuncu gazeteci Julia Shumway de gayet tutarlı karakterlerdi. Dizidekinden farklı olarak Julia’nın Barbie’den epey yaşlı olması bence çok daha keyifli olmuş. Junior desen bambaşka bir karakterdi. Dizide hiç iyi işlenmemiş. Bence bu kitabın filmi yapılmalı ve kitaba daha sadık kalınarak işlenmeli konu ve karakterler. İşte o zaman Junior’u görün siz. Gerçi o zaman da düşüncelerini duymak mümkün olmadığı için yine bir şeyler eksik kalacaktır tabii. Ama dizideki gibi de olmamalıydı. İpucu vermiş olmamak için fazla detayına giremeyeceğim ama Andy Sanders karakterine de dikkat etmek lazım. Hikayenin başıyla sonu arasında çok farklı bir tavır ve davranış sergiliyor. İnsan biraz daha fazlasını yapmasını istiyor ama olduğu kadarı da iyi. Neyse işte. Bütün karakterler çok güzel işlenmiş. Hepsinin üzerinde tek tek durulup çalışıldığı belli oluyor.

Kitabın sonuyla ilgili olarak Kingseverlerden farklı olarak bazı kitapseverlerin de memnuniyetsizlik yaşayacağını tahmin ettiğim için o konuda da birkaç şey söylemeliyim diye düşünüyorum. Hatta birkaç Kingsever de hoşnut kalmamış olabilir diye tahmin ediyorum. Bence böyle hikayelerde sondan çok kurgunun başına ve gelişimine odaklanmak lazım. İlla ki ‘çok’ açıklayıcı ve tatmin edici bir sona bağlanması gerekmiyor bence bazı hikayelerin. Son sayfasına kadar heyecanla ve merakla okudun mu okumadın mı ona bakmak gerekir. Bir yazar olarak işin kolayına kaçmak amacıyla böyle diyor gibi görünüyor olabilirim ama samimiyetle söylüyorum ki bunlar benim gerçek hislerim. Lost dizisi için de aynı şeyi söylemiştim. Kimse sonundan memnun değildi ama ben umursamadım sonunu. Yedi sekiz yıl boyunca insanları diken üstünde, televizyon karşısında tutup, heyecandan kalp krizi geçirtip, meraktan kudurtmadılar mı? Sırf hikayenin sonu için bile olsa yaşanan bütün bu duyguların yaşandıkları anın hiç mi önemi yok? Hemen unutulup çöpe mi atılmalılar? Hayır! İlginç bir başlangıç, güzel bir gelişme, sağlam bir işleniş de bence oldukça tatmin edicidir. Hatta Italo Calvino’nun bir kitabı vardır ‘Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu’ isimli. Yarım bırakılmış on beş romandan oluşuyor. Alın okuyun. Ne demek istediğimi ve ne kadar haklı olduğumu siz de göreceksiniz.

Bu kadar kalın bir roman ve tabii Stephen King söz konusu olunca inceleme yazısı da uzun oldu haliyle. Macera, heyecan, gizem, gerilimden hoşlanan kitapseverlerin mutlaka okuması gereken bir kitap. Kingseverlere bir şey demiyorum, diziyi seyretmiş olsalar da olmasalar da onlar zaten ya okumuşlardır ya da okuyacaklardır eninde sonunda.

Ekteki linkte de Kingologların hazırladığını söylediğim karmakarışık çizelgede Stephen King evrenini bulabilirsiniz:

http://tessiedesigncompany.blogspot.com.au/2013/05/the-stephen-king-universe-flowchart.html