20 Şubat 2015 Cuma

Peter Pan Ölmeli - John Verdon


Daha önce John Verdonun Aklından Bir Sayı Tut romanı için bir yazı yazmış ve sözlerime çeviriyi yerden yere vurarak başlamıştım. Bu durumda yine çeviriden söz ederek başlayayım madem öyle. Bu kez çeviride -hiç yok diyemem ama- ilk kitaptaki kadar sorun görmedim pek. Zaten farklı bir çevirmenin elinden çıkmış bu kitap. İlk kitapta olduğu kadar konuşan ya da bir şey yapan kişi erkek mi kadın mı tereddüdüm olmadı genelde. Bu da bir gelişme.

Aklından Bir Sayı Tut yazarın ilk romanıydı. Ben de eleştirilerimi ona göre yapmıştım biraz. Diğer kitaplarını da okumaya karar vermiştim yazma sürecindeki gelişmeyi takip etmek için. Ancak sabırsızlık edip, aradaki iki kitabı atlayarak sonuncuya geçtim. Ama yine de gelişme olduğunu itiraf etmeliyim. Bu kez daha başarılı bir kurgu söz konusu. Gerçi kitabın sonundaki sürpriz beni çok heyecanlandırdı mı? Hayır! Hiç yoktan iyidir dedim sadece. Yine ipucu vermemek adına ayrıntıya giremiyorum ama biraz fazla zorlama olmuş. (Bu yazıyı bitirdikten sonra başkalarının yorumlarına baktım da aradaki iki kitabın sonuncudan daha iyi olduğu söylenmiş genelde. Belki bir ara onları da okurum. Ne de olsa bitirmek sadece bir iki günümü alıyor.)

Romanın konusunu meçhul bir katil tarafından dürbünlü tüfekle uzaktan ateş edilmek suretiyle zengin iş adamı ve vali adayı Carl Spalterın öldürülmesi sonrasında gelişen olaylar oluşturuyor. Karısı Kay suçlu bulunarak hapse atılmıştır. Ancak polisin araştırma ve soruşturmadaki eksikliklerini ortaya çıkararak kadını kurtarmak ve bundan maddi ve manevi fayda sağlamak isteyen emekli dedektif Jack Hardwick kahramanımız Dave Gurneyden yardım ister. Jack daha önce başka davada Gurneye bilgi sızdırdığı için zorla emekli edilmiştir ve Gurneyin ona vefa borcu vardır. Bu sebeple (ama daha çok kendi araştırmacı ruhundan dolayı) arkadaşına yardım etmeyi kabul eder. Kurbanın kızı ya da kardeşi gibi cinayetten çıkarı olan başka katil adayları da vardır. Daha doğrusu kendileri katil olmasa bile bir kiralık katil tutma ihtimali olan insanlardır bunlar. Hatta polisin araştırmadaki eksikliklerine rağmen karısı da hala suçlu olabilir. Kiralık katil kimdir, onu kim kiralamıştır, neden kiralamıştır, cinayet nasıl işlenmiştir gibi sorulara yanıt ararken biz de Gurneyin gözünden olan bitene şahitlik ediyoruz.

Aslında kiralayan kişi bilinmediği sürece kiralık katilden bahsetmeyi ipucu olarak kabul etmeyip o konuda birkaç kelime etmek istiyorum. Yine de bu durumdan rahatsızlık duyacaklar varsa bu paragrafı okumamalarını tavsiye ederim. Doğrudan bir sonraki paragrafa atlayabilirler. Kiralık katilimiz Petros Panikos hakkında anlatılanlar bana biraz saçma geldi. Tamam, adamın adı Petros Panikos olduğu için Peter Pan lakabı takılabilir... Tamam, adamda fiziksel sorun olduğundan dolayı büyümediği, hep çocuk gibi göründüğü için Peter Pan lakabı takılabilir... Ama bu ikisinin aynı anda olması epey zorlama olmuş. Hem adın Petros Panikos olacak hem de büyümeyip çocuk gibi görünme sorunun olacak. Hatta önce Petros adıyla (soyadsız olarak) yetimhanede büyüyüp, ufak tefek olduğun için Peter Pan lakabını alıp sonradan soyadı Panikos olan bir aile tarafından evlat edinileceksin. Ölme eşşeğim ölme.

Gurneyin eşi Madeleinele aralarında geçen diyaloglar da bir yere kadar hikayeye lezzet katarken bir yerden sonra tabiri caizse baymaya başlıyor. Zaten bu kitaba getireceğim en şiddetli olumsuz eleştiri diyaloglar konusunda olacak. Bazı diyaloglar o kadar gereksiz uzatılmış durumda ki üç beş tanesini atlayıp sonuncuya geçtim çoğu yerde. Hikayenin çözülmesiyle ilgili olanlar neyse de Gurney ve Madeleine arasında geçen ve tavuktan horozdan bahseden diyaloglar uzadıkça insanı afakanlar basıyor. Ne demek istediğimi daha iyi anlatmak için biraz abartılı da olsa aslında kitaptakinden pek de farklı olmayan bir diyalog yazarak bu yazımı da bitiriyorum. Herkese iyi okumalar...

-       Katilin kim olduğunu biliyorum, onu gördüm!
-       Ne diyorsun sen Richard?
-       Katilin kim olduğunu biliyorum diyorum, onu gördüm!
-       Katilin kim olduğunu biliyor musun?
-       Evet biliyorum.
-       Yani onu gerçekten gördün mü?
-       Gördüm.
-       Sen şimdi katili gördüğünü mü söylüyorsun?
-       Evet.
-       Bence bu imkansız.
-       Gördüm diyorum.
-       Görmüş olamazsın.
-       Gördüm.
-       Neler söylüyorsun sen böyle Allah aşkına!
-       Gerçekten gördüm onu, kim olduğunu biliyorum.
-       Aman tanrım olamaz.
-       Onu gördüm.
-       Emin misin?
-       Evet eminim.
-       Demek katili gördün.............


6 Şubat 2015 Cuma

Bozkırkurdu - Hermann Hesse


Bu kitaba daha önce iki kez başlayıp bitirememiş, yarım bırakmış biri olarak başladım üçüncü kez. Ancak önceki denemelerimin üzerinden en az yirmi yıl geçmiş olduğunu da söylemeliyim. Bununla birlikte kitabı okurken daha önce okumuşum hissine kapıldım son sayfasına kadar. Bu da demek oluyor ki büyük olasılık ikinci denememde tamamını okudum ve okuduğumu unuttum. Benim için böyle bir başyapıtı okuyup sonra da okuduğunu unutmak gerçekten ilginç ama. Tahminimce okuduğum dönemdeki ruh halim kitabın ruhuna o kadar ters bir haldeydi ki okuduklarımı anlayamadım, özümseyemedim. Sonuçta kitap bir psikolojik roman ve kahraman da benim şimdiki yaşlarımda. Durum böyle olunca ikinci okumamda kitabın içine daha çok girdim, kurguyu daha iyi kavradım ve kahramanı daha fazla özümsedim demek ki.

1927 yılında yazılmış bir psikolojik roman olduğu için ipucu verme kaygısı taşımadan söyleyeceğim bu kez ne söyleyeceksem. Bu nedenle kitabı henüz okumamış ve hakkında gereğinden fazla bilgi sahibi olmak istemeyenler bu aşamadan sonra okumayı bıraksalar iyi olur. Diğer taraftan böyle bir kitapla ilgili inceleme yazısı yazmak da pek haddime değil doğrusu. O yüzden bu yazıya inceleme değil de Bozkırkurdu hakkında yazılmış öylesine bir yazı gözüyle bakılmasını tercih ederim.

Bozkırkurdu, Harry Haller isimli orta yaşlı bir entelektüelin toplumsal ve ruhsal sorunları üzerine kurulu bir eser. İsminin baş harfleri bile kahramanın Hermann Hesse’nin kendisinden izler taşıdığının göstergesi tabii ki. Yaşadığı zamana, topluma, daha doğrusu mensubu olduğu burjuva yaşamına uyum sağlayamamış kahramanımız kişilik sorunları yaşıyor, depresyona giriyor, intiharı bile düşünüyor. Bozkırkurdu da bu uyumsuz kişiliğine verilen isim, yapılan bir benzetme. Bununla birlikte topluma, burjuva yaşamına uyum sağlamaya yönelik hiç hevesi de yok değil. Aslında toplum dışı bir yalnız olmaktan çok yaşadığı bu iç çekişmeden kaynaklanıyor ruhsal sorunları.

Kitap hakkında okuduğum yazılara bakılırsa Hermann Hesse kitabı yazdığı dönemlerde psikolojik sorunları nedeniyle Jung’un bir öğrencisi tarafından tedavi edilmektedir ve yazarken bu tedavi sürecinden etkilenir. Kahramanının psikolojik sorunlarını ve bu sorunlara yönelik çözümlemeleri bu süreçten yola çıkarak oluşturur. Kitabın genelinde bir karamsarlık, çaresizlik, çözümsüzlük havası hakim gibi görünse de diğer taraftan bir şeylerin yerine oturduğunu, bir sonuca varıldığını, bir ilerleme kaydedildiğini söylemek de mümkün. Zaten yazar da kitabı için şöyle demiş: "Okurlarımın çoğu Bozkırkurdu'nun öyküsünün insanı kemiren bir hastalıktan ve bunalımdan söz ettiğini ama tüm bunların ölüme ve yok olmaya değil, tersine iyileşmeye yönelik olduğunu anlarsa kendimi mutlu hissedeceğim."

Bu arada kitap hakkında okuduklarım arasında mutlaka bulacağımı düşündüğüm ama bulamadığım, o nedenle şimdilik bana ait bir görüşmüş gibi duran bir şey var: Pablo’nun “kaçıklar için” tiyatrosunun özellikle ilk odasında geçen araba avlama bölümleri bence aşırı derecede Boris Vian lezzeti taşıyor. Aslında Vian, Hesse’den daha sonra yazdığı için onun tüm eserlerinde bu bölümün lezzetinin olduğunu söylemek daha doğru olur. Bu konuda başkalarının görüşlerini de çok merak ediyorum doğrusu.

Kitapta yer alan Hermine karakteriyse başlı başına özel ilgiyi hak ediyor. Çünkü o da Hermann Hesse’nin romandaki yansıması ve bir kadın. Taşıdığı erkeksi özelliklerle de bu kanıyı güçlendiriyor. Zaten kahramanın gençliğinde tanıdığı Hermann! isimli bir delikanlıya benziyor tip olarak. Harry Haller’in yani aslında yazarın iç çatışmalarındaki, kişilik bölünmelerindeki önemli seslerden birini oluşturuyor. Toplumsal ve ruhsal çözümlemelerle kendini ortaya koyuyor olsa bile erdişi tavırlarıyla ve yarattığı ortamlarla daha çok cinsellikle ilgili bir unsur olarak hikayede yer alıyor gibi görünüyor.

Kitabın başında yer alan ‘Yayıncının Notu’ bölümüyse tam bir edebi deha örneği bence. İpucu kaygısıyla birçok kişi gibi bu tip yazıları okumama ya da kitap bittikten sonra okuma eğiliminde olan biri olarak ben de tuzağa düştüm ve kitabı bu bölümü atlayarak okumaya niyetlendim önce. Sonra her nedense tamamen içgüdüsel olarak okumaya karar verdim. Gördüm ki gerçek bir önsöz değil. Tamamen kurgunun bir parçası. Bunu keşfetmek bile oldukça keyif verici bir durum oldu aslında. Kitap bu bölüm atlanarak okunsa ve sonradan bu bölüme geri dönülse yaratacağı sürpriz etkisi de çok keyifli olacaktır eminim. Diğer taraftan kitabı okuduğu halde Yayıncı’nın Notu bölümünü hiç okumamış olanlar da vardır eminim. Onlar için üzgünüm. Bu yazı sayesinde en azından birkaçının hemen kitabı bulup bu atladıkları bölümü de okumalarına vesile olurum umarım.

Bu arada değinmeden geçemeyeceğim bir şey daha var. O da çevirmen Kamuran Şipal sağolsun 'devcileyin' ve 'seğirtmek' kelimeleri zihnimde yer etti, sürekli bu iki kelimeyi döndürüyorum kafamın içinde.

Böyle bir kitap doğal olarak birçok aforizma, birçok güzel söz içeriyor. Ben de bu nedenle yazımı kitaptan bir alıntıyla bitirmek istiyorum:

'İnsanların büyük çoğunluğu yüzmeyi öğrenmeden yüzmek istemez.' Ne anlamlı bir söz değil mi? Yüzmek istememeleri doğal, çünkü karada yaşamak için yaratılmışlardır, suda değil. Ve düşünmek istememeleri de doğal, çünkü yaşamak için yaratılmışlar, düşünmek için değil! Evet, kim düşünürse, kim düşünmeyi kendisi için temel uğraş yaparsa, bunda ileri bir noktaya ulaşabilir; ne var ki, karayla suyu değiş tokuş etmiştir böyle biri ve bir gün gelir suda boğulur.