Kitabın ilk bölümünü okuduğumda baştan sona absürt, tuhaf, saçma, ayakları
yere basmayan, ipe sapa gelmez bir kitap okuyacağımı sandım. Ve çok sevindim. Çünkü
böyle kitaplara bayılırım. Ancak bir iki bölüm ilerleyince ilk bölümdeki absürtlükler
toparlanmaya başladı ve kitabın ayakları yere bastı. Ve ben yine çok sevindim.
Çünkü absürtlükleri gerçekle örtüştüren kitaplara daha çok bayılırım.
Dublörün Dilemması absürtlükleri ve tesadüfleri biraz fazlaca da olsa ciddi anlamda bir aksiyon romanı. Heyecanını ve uyandırdığı meraklı
bekleyişi son satırına kadar korumayı başarıyor. Özünde Nuh Tufan’ın hikayesi
olsa da yan karakterlerin zihninden, ağzından ve gözünden verilen olaylar
örgüsü gayet keyifli işlenmiş. Ve bu keyif en çok da kitabın dilinden
kaynaklanıyor. Murat Menteş tam bir laf ebesi, kelime cambazı, malumatfuruş
cımbızı. Yaptığı kelime oyunları ve kelime seçimleri okurken beni benden aldı. Dublörün
Dilemması da diğer dillere çevrilmesi neredeyse imkansız olan ve bu nedenle de
çok sevdiğim kitaplar arasındaki yerini almış oldu.
Yalnız bu dil kıvraklığı bir olumsuz eleştiriye de vesile oldu benim
açımdan. Kitap Nuh Tufan ile başlıyor. Yani hikayeyi Nuh Tufan’ın ağzından,
dilinden dinlemeye başlıyoruz. Yazarın yazım tarzı da ister istemez Nuh Tufan’a
mal oluyor yani Nuh Tufan’ın malı oluyor. Buraya kadar sorun yok. Fakat Nuh
Tufan’ı kenara koyup olayları kendi cephesinden anlatan İbrahim Kurban’a
bağlandığımızda durum değişiyor. Çünkü o da ne?! İbrahim Kurban da aynı Nuh
Tufan’ın tarzıyla düşünüyor, konuşuyor. Keza daha sonra sahne alan diğer
karakterler de öyle. İşte sorun burada. Eğer hikayede birden fazla karakter
birinci tekil kişinin ağzından konuşacaksa hepsine farklı tarzlar bulmak
gerekir bence. Bu da yazarın tarzındaki özgünlüğe ufaktan bir darbe vurur
elbette ki. Hepsini üçüncü tekil kişi ağzından anlatmaya kalkışsa bu kez de
metin etkisini kaybedecek. Yukarı tükürsen bıyık aşağı tükürsen sakal hesabı.
Bir olumsuz eleştirim daha var. Bu da biraz absürt bir eleştiri olacak
biliyorum ama varsın olsun. Kitabın 241. sayfasında şöyle bir cümle var: “Roza alkol yüklü bir bulut gibiymiş.
Boğaziçi Köprüsü’nden geçtikten sonra viraja hızla girerken sol taraftan gelen
bir kamyon, arabasına şiddetle çarpmış. Arka tarafı fena halde yamulan araba
havalanmış, kendi ekseni etrafında dönerek bariyerlerin üstünden aşıp ters yola
geçmiş...” Şimdi... Birincisi Boğaziçi Köprüsü’nü geçtikten sonra her iki
yakada da viraj yok. İkincisi Boğaziçi Köprüsü’nden kamyonların geçmesi yasak.
Üçüncüsü sol taraftan gelen bir kamyon arabaya çarptıysa sola doğru gitmez yani
ters yola geçemez, sağa doğru yani şarampole yuvarlanır. ‘Bu kadar absürtlüğün
içinde buna mı taktın’ diyen olabilir ama ben de böyleyim işte.
Bir de ilginç bir şey oldu kitabı okurken. İbrahim Kurban’ın bölüm
başlarında yazar bir takım komik olasılık hesapları vermiş. Bu yıl bir ateşli silah almanız ihtimali 17’de
1, televizyonda görünmeniz ihtimali 119’da 1, yataktan düşerek ölmeniz ihtimali
2 milyonda 1 gibi. Bu olasılıklardan bir tanesi şuydu (Sayfa 147): “Dişlerinizi fırçalarken diş fırçasını
kazayla yutmanız ihtimali 11 milyonda 1.” Bu olasılığı okuduktan sonra
durup düşündüm ve ‘yok artık, yazar burada iyi uçmuş’ diye düşündüm. Ve aynı
gün (26/04/2015) gazetelerde şöyle bir haber çıktı: “Balıkesir'in Ayvalık ilçesinde bir kadının dişlerini fırçalarken yuttuğu
diş fırçası, devlet hastanesinde gerçekleştirilen operasyonla alındı.”
Velhasılıkelam ilginç, özgün, keyifli, heyecanlı, eğlenceli, sıra dışı bir
kitap. Böyle kitaplardan hoşlananlara şiddetle tavsiye ederim.