31 Mart 2015 Salı

Bu İşte Bir Yalnızlık Var - Tuna Kiremitçi

Okuduğum ilk ve tek ve son Tuna Kiremitçi romanı oldu Bu İşte Bir Yalnızlık var. Beğendiğimi söyleyemeyeceğim ama fazla eleştirmeyeceğim de. Çünkü okuduğum kitaplardan sonra haklarında yazı yazma konusunu bir kez daha düşünmeme neden oldu. Bu roman hiç benim tarzım değildi. Okumadan önce de öyle olduğunu tahmin ediyordum zaten. Basit bir kurguyla anlatılmış basit bir aşk hikayesiydi işte. 

Neyse, seveni, bayılanı, hayran olanı, fanatiği de var sonuçta Tuna Kiremitçi’nin. O da onlar için yazıyor zaten. İşte bu yüzden bundan sonra okuduğum her kitap için yazı yazmamaya karar verdim. Kendi ilgi alanıma giren, okumadan önce beni okumak isteyeceğim türden hikayelerin beklediğini bildiğim kitaplar hakkında yorum yapacağım. Daha çok fantastik kurgu, polisiye, macera romanları meraklısıyım ama bu demek değil ki hep o tarz okuyup onlar hakkında yazacağım. Mesela Barış Bıçakçı’nın bazı kitaplarını da okuyup, beğenip haklarında yazılar yazdım ve geri kalan kitapları için de aynısını yapacağım. Diğer taraftan bir ara bir iki Ahmet Altan kitabı da okumaya niyetliyim. Bakalım onu nasıl bulacağım.

Bu İşte Bir Yalnızlık Var, orta yaşlı, eski müzisyen, gitar tamir ederek ve ders vererek geçinen, yalnız yaşayan, eşinden ayrılmış Memet’in komşusu ve arkadaşı, eşi Orhan’dan ayrılmak üzere olan Ayşe’ye aşık olmasının anlatıldığı bir roman. Hikayede pek bir şey olmuyor dediğim gibi. Memet’in Ayşe’ye karşı hissettikleri anlatılıyor sonra da her şey başlamadan bitiyor. Başlamadan bitmiyor da yarım kalıyor diyelim. Ya da yarım da kalmıyor aslında hiçbir şey olmuyor işte sonuçta.

Kahramanımızın bir de on yaşlarında bir kızı var. Ezgi. Pazar günleri alıyor onu eski eşinden ve birlikte İstanbul’da geziyorlar, birlikte takılıyorlar, bir şeyler yapıyorlar. Hikayenin bir yönünü de bu süreç oluşturuyor.

Kurguyu kendisinden pek fazla şey katmadan, katamadan yazdığını düşünüp biraz yapay ve zorlama buldum. Yazarın yaşını, hayatını bildiğim için bu önyargılı bir yaklaşım ama demek istediğim bir yazar olarak bilmediği, yaşamadığı, hissetmediği şeyler hakkında yazarken bunu başka bazı yazarlar gibi başarılı bir şekilde yapamamış bence. Ama dediğim gibi bu benim düşüncem. Okurken çok duygulanan, hikayede kendinden bir şeyler bulan, hatta bazı yerlerde gözleri dolan da olmuştur mutlaka.

Kitapta beni en çok etkileyen Nihat Abi’yle ilgili bölümlerdi. Hikayede aktif olarak yer almayan, çünkü komada bulunan Nihat Abi’yle ilgili anlatılanlar en samimi, en gerçekçi bölümlerdi. İşte bu noktada yazarın hayatında gerçekten de bir Nihat Abi olmuş olabileceğini düşündüm. Durum böyle olunca hikaye de farklı bir boyut kazanmış olmalıydı. Yine yanılıyor olabilirim tabii.

Aslında hikayeye renk katan önemli bir unsur da Memet’in gitar dersi verdiği öğrencileriydi. Özellikle gözleri görmeyen on iki yaşlarındaki Linda’yla ilgili bölümler ilgi çekiciydi. Ancak bu bölümler çok yüzeysel ve alelacele geçilmiş. Daha iyi işlenebilir ve kurguyu daha yukarıya taşıyabilirlerdi oysaki.

Diğer taraftan Tuna Kiremitçi aynı zamanda müzikle de uğraştığından gitarlarla, müzik gruplarıyla, şarkılarla, şarkıcılarla, dinleyicilerle, en nihayetine müziğin kendisiyle ilgili saptamaları da fena olmamış ve hikayeye ses katmış.

Bu arada filmini seyretmediğim için o konuda bir yorumum yok ne yazık ki.

 

21 Mart 2015 Cumartesi

Veciz Sözler - Barış Bıçakçı


Veciz Sözler üst üste okuduğum üçüncü Barış Bıçakçı kitabı oldu. Bizim Büyük Çaresizliğimiz, Aramızdaki En Kısa Mesafe ve Veciz Sözler. Şimdi sırada Herkes Herkesle Dostmuş Gibi var. Demek ki gerçekten sevdim Barış Bıçakçı’yı.

Bu kitapta da daha önceki Barış Bıçakçı kitaplarıyla ilgili yazılarımda değinmiş olduğum yalın ve akıcı anlatım vardı. Tabii ki yine dostluk ve aşk kavramlarını ince gören usta işi dokunuşlar, vuruşlar. Barış Bıçakçı hakkında iyi bir anlatıcı olmasının yanı sıra iyi bir gözlemci olduğu da her okuduğum kitabıyla birlikte daha da pekişen bir düşünce oluyor benim için. Ayrıca kendisiyle tanışmak ve oturup uzun uzun sohbet etmek isteği oluşturdu bende okuduğum bu üç kitap.

Dostluk ve aşk kavramlarının incelikli işlenişini süsleyen ve insanı okuduğunda şöyle bir durup düşünmeye sevk eden güzel sözler bu kitapta da vardı doğal olarak. Doğal olarak diyorum çünkü kitabın adı zaten Veciz Sözler. Kitap ismini kurgusal bir radyo programından alıyor. Her sabah radyoda yayımlanan ve yurdun her yerinden insanların telefonla bağlanarak o günkü anahtar kelimeyi içeren sözler söylediği Veciz Sözler isimli bir program. Anlatıcımız da bu programın sadık bir dinleyicisi oluyor ve Ankara’dan aradığını ve isminin Sulhi Saygılı olduğunu söyleyen, kendisi hakkında başka da bilgi vermeyen bir katılımcıyı kendi kurguladığı şekilde bize anlatıyor. Tabii bunu yaparken de Sulhi Saygılı’nın çeşitli kelimeler hakkında söylediği veciz sözlerden yola çıkıyor.

Bu anlatış Sulhi Saygılı’nın nasıl biri olduğunu tanımlamakla kalmıyor üstelik. Çocukluğundan başlayıp o güne kadar geçen zamandaki her şeyini kurguluyor. Aile ve okul hayatını, arkadaşlıklarını ve aşklarını, edebiyat merakını, işini ve ev hayatını, hayat hakkındaki, insanlar hakkındaki düşüncelerini anlatıyor. Yine her zamanki gibi bu kurguda yazarın kendi hayatından bir şeyler olduğunu da düşünmeden edemiyor okuyucu. Yani ben düşünmeden edemedim.

Sulhi Saygılı’nın kurgu hayatının paralelinde insan ilişkilerini de genele yansıtılacak şekilde işlemeyi ihmal etmemiş yazar bu kitabında da. Herkesin kendisini ya da tanıdığı birilerini bulacağı birçok davranış ve düşünce pastanın üzerindeki pudra şekeri gibi sayfaların arasına güzelce serpiştirilmiş yine. Aynı kelime hakkında söylenen fakat birbiriyle çelişen veciz sözler ve bu sözleri dile getiren kişiler hakkındaki değerlendirmeler bu durumun en belirginleştiği yerler olmuş.

Yazar hakkındaki görüşlerimi daha önceki iki yazımda dile getirdiğim için bu yazıya o konuda söylenecek pek bir şey kalmadı. Bu da demek oluyor ki bu seferki yazı öncekilerden daha kısa olacak. Neyse kitabın sonunda ufak bir sürprizin de okuyucuyu beklediğini söylemeden geçmeyeyim. Tahminime göre yazarın önceden kurgulamadığı, yazarken hikayenin sonlarına yaklaştığı sırada aklına gelen, biraz da kafa karıştırıcı ama keyifli bir son olmuş.

Bu yazıyı bitirirken ismi Veciz Sözler olan bir kitaptan alıntı yapmamak olmaz tabii ki. Kitabın başlarında anlatıcının Sulhi Saygılı hakkında yaptığı bir tanım çok hoşuma gitmişti. Onu alalım buraya:

“Hafif hışırtılı bir sesi vardı. Sanki ses telleri söylemekle söylememek arasına gerilmişti.”


16 Mart 2015 Pazartesi

Aramızdaki En Kısa Mesafe - Barış Bıçakçı


Kardeşimin önerisi üzerine ilgi duymaya başladıktan ve Bizim Büyük Çaresizliğimiz’i okuyup sevdikten sonra Barış Bıçakçı’nın tüm kitaplarını arka arkaya (araya giren bir iki kitap olabilir tabii) okumaya karar verip Aramızdaki En Kısa Mesafe’yi elime aldım. Beklentim Bizim Büyük Çaresizliğimiz'deki gibi keyifli bir anlatım, basit ama insanı sarıp sarmalayan bir kurgu ve birkaç tane de insanın beynini okşayan, şöyle bir durup düşünmesini sağlayan güzel sözlerdi. Tabii bir de dostluk, arkadaşlık, aşk, kardeşlik, anne-baba-çocuk ilişkileri vs. gibi insan ilişkilerine de dokunan, hepimizin yaşadığı, yaşayacağı şeyleri okumanın verdiği haz. Ama bir de ne göreyim! İçinde bir sürü kısa hatta çok kısa hikayeler olan bir kitaptı bu. Ben ki kısa hikayeleri pek sevmem. Hele bir de usta bir kalemden çıktıysalar iyice can sıkıcı olur durum.

Güzel kısa hikayeler çok sevdiğiniz bir yiyecekten elinizde bir gıdım bulunmasına benzer. Azar azar ısırarak yemeye başlarsınız ama yine de bitiverir kaşla göz arasında. Üstelik ne yediğinizden bir şey anlarsınız ne yuttuğunuzdan. Tadı damağınızda kalır karnınız da doymaz. İşin metaforu bir yana kısa hikayeleri de severim fakat uzun soluklu metinleri daha çok tercih ederim. Daha çok içine girip daha çok özümserim olayları, kahramanları. Akşam yatmadan önce ha bir sayfa daha, ha iki sayfa daha diye diye gecenin bir yarısına gelmeyi, en sonunda ayracı kaldığım yere koyup sabah kaldığım yerden devam edecek olmayı bilmenin sevinci ve heyecanıyla sabırsız bir uykuya dalmayı, oğlumu okula gönderdikten sonra bana kalan bir saatlik sabah uykusundan vazgeçip maceraya kaldığım yerden devam etmeyi, otobüsten ineceğim yere geldiğimde kitabı çantaya bile koymayıp bineceğim bir sonraki araca koştura koştura gitmeyi, dolayısıyla bunları bana yaşatabilen uzun metinleri severim ben. Neyse, yapacak bir şey yok deyip başladım ilk hikayeyi okumaya.

Durum sandığım gibi değilmiş neyse ki. Kitap kısa hikayelerden oluşuyor fakat birbirinin devamı durumundalar. Kahramanımızın hayatından kronolojik kesitler içeren keyifli metinler çıktı karşıma. İşin içinde yine kurguyla gerçek arası geliş gidişler olduğu için ayrıca keyif veren bir kitap oldu benim için. Tabii hepsi kurgu da olabilir hepsi gerçekten yaşanmış da. Bunu bilmemek, bilememek de ayrı bir haz sebebi. Çocukluğundan başlayıp yetişkin bir insan oluncaya kadar geçen yirmi otuz yıllık bir zaman diliminden söz ediyor hikayelerin kahramanı ya da yazar kendi hikayelerini anlatıyor işte.

Çocuk bakış açısıyla yazdığı hikayeleri çok sevdim. En çok da ‘Meltem Sakızı’ hikayesini. Kitabın henüz üçüncü hikayesi olmasına rağmen (ki ikişer-üçer sayfalık hikayelerden söz ediyoruz) sonunu okuduğumda burun direğimin sızlaması kitabı sevdiğimin, seveceğimin önemli bir göstergesiydi benim için. Sonuçta kısa hikayelerden oluşan uzun bir metindi ne de olsa. Bu arada uzun dediysem yüz sayfalık bir kitaptan söz ediyoruz burada. Bir oturuşta okunup bitirilecek bir metin. Hiç yoktan iyidir işte.

Bir de ‘Pazar Arabası’ hikayesinin sonundan çok etkilendim. Oğlumla geçmişte yaşadığım benzer bir anı hatırlattı bana. Dedim ya, Barış Bıçakçı’nın güzel yanlarından biri de bu. Herkesin hayatının bir döneminde etrafındaki insanlarla olan iletişim sürecinde yaşadığı, kıyıda köşede kalmış ama etki bırakmış anları bulup çıkarıyor ve çok güzel anlatıyor.

Kitap aynı zamanda bir dönemi de anlatıyor. 12 Eylül sürecini, bu sürecin kahramanımızın ailesini ve ailesinin nezdinde tüm bir toplumu nasıl etkilediğini görüyoruz. Görüyoruz derken Bıçakçı bunu gözümüze sokmamış ama alttan alttan, ince ince işlemiş sözcüklerin arasında.

Barış Bıçakçı Aramızdaki En Kısa Mesafe’yle de kendini bana sevdirmeye devam etti. Şimdi de Veciz Sözler’ini okuyorum. Yeni başladım ama daha şimdiden görünen o ki bu kitap sevgimi pekiştirmeye yarayacak. Bugün yarın hakkındaki yazımı yazarım onun da. İyi okumalar.



13 Mart 2015 Cuma

Akıl Oyunları - Daniel Palmer


Akıl Oyunları, son zamanlarda okuduğum popüler, çok satan, genelde beyaz kapaklı (sanırım Olasılıksız furyası bu) polisiye/aksiyon/macera kitaplarından sonra düşük beklentiyle okumaya başladığım bir kitap oldu. İyi ki de öyle yapmışım çünkü şimdi ‘fena değildi’ diyebiliyorum.

Fena değildi çünkü merak uyandırıcı bir kurgusu vardı, anlatım ve çevirisi fena değildi, çok az dilbilgisi hatası vardı. (En önemli ve komik hata “soğuktan dönmek üzere” olunan bir yerdi. Çevirmene mi redaktöre mi editöre mi kızmak ya da gülmek lazım bilemedim.) Son zamanlarda bu tarz kitaplarda çok rastladığım ve daha önceki yazılarımda örnek de verdiğim gereksiz diyaloglar bu kitapta da vardı. Sayfa sayısını artırmak için mi böyle yapıyorlar yoksa okuyucuyu aptal yerine koydukları için mi bilemiyorum. Gerçi bu kitapta nispeten daha azdı, bu da kitaba olumlu bir katkı daha.

Kitabın başlangıcında bilgisayarlardan, programlardan, yazılımdan, işletim sistemlerinden, kodlardan vs. bahsedilince beni aşan bir teknolojik içeriği olabileceğini düşünüp umutsuzluğa kapıldıysam da biraz ilerleyince o kadar da vahim bir durum olmadığını görüp rahatladım. Evet tabii ki teknolojiye dayalı bir kurgusu var kitabın ama benim gibi teknoloji özürlü birinin bile okuyup anlamasına engel olacak kadar değil.

Kahramanımız Charlie Giles başarılı bir yazılımcıdır ve yarattığı InVision isimli, çok işlevli bir medya programı (umarım doğru ifade etmişimdir) sayesinde sağlam para kazanmakta ve daha da fazlasını kazanmak üzere bulunmaktadır. Ancak kendi kendisine yazdığı ve yazdığını hatırlamadığı bir takım notlar ve dahil olduğu fakat yine hatırlamadığı olaylar yüzünden işler sarpa sarar. Tabii şizofren bir babaya ve ağabeye sahip olması da işin içine girince gerçekle hayal iyice birbirine karışır.

Olayların çözüme kavuşması kitabın son birkaç sayfasında paldır küldür gerçekleştiği için biraz tadı damakta kaldı hissi yaratıyor. Gerçekten anlamıyorum... Kitabı gereksiz diyaloglarla doldurmak yerine daha çalışılmış ve birkaç sayfa daha uzatılarak hakkı verilmiş bir sonla bitirse yazar çok daha güzel bir hareket yapmış olurdu bence. Neyse. Diğer taraftan bu tarz kitaplarda her zaman olduğu gibi ipucu veriyor olmamak, katilin kim olduğunu tahmin edemeyecek olanların keyfini kaçırmamak için ayrıntıya giremiyorum ama yazar katilin uşak olduğunu saklamak için hiç uğraşmamış. Yani ben bilinçli olarak böyle yaptığını düşünüyorum. Daha çok olaylar örgüsündeki gizemleri, neyin nasıl olduğunu, imkansız gibi görünen durumları çözme zevki üzerine yoğunlaşmış. Gerçi burada da biraz zorlamalar söz konusu ama ‘ne yapalım olacak artık o kadar’ diyor geçiyorum. 

Bu arada olayların çözümü sırasında ileriye sürülen teknolojilerin varlığını da araştırmaktan geri kalmadım ve gerçekten de var olduklarını ya da test aşamasında olduklarını öğrendim. Bu da okurken “olur mu yahu böyle bir şey” diye tereddüt ettiğim yerlerin olabilirliğini görmek ve kitaba olan bakış açımı olumlu yönde etkilemek açısından epey işe yaradı doğrusu.  

Dan Brown ya da Jean-Christophe Grangé ile kıyaslanamaz belki ama Daniel Palmer muadil kitap yazarları arasında biraz daha ön sıralarda yer aldı benim nazarımda. Akıl Oyunları okunabilir, tavsiye ediyorum.


9 Mart 2015 Pazartesi

Bizim Büyük Çaresizliğimiz - Barış Bıçakçı


Öncelikle henüz kitabın filmini izlemeden bu yazıyı yazdığımı belirtmek istiyorum. Kitapla birlikte filme yönelik değerlendirme beklentisi içinde olanlar varsa diye. Gerçi az çok onu da yapmadım değil. Kitapsa anlatma ve yazma yeteneği yüksek bir yazarın elinden çıktığını daha ilk cümlelerinde belli ediyor.

Türkiye’de yaşanıp da İstanbul dışındaki şehirlerde geçen hikayeleri her zaman yadırgamışımdır. Bu kez de öyle oldu. Hikaye İstanbul dışındaki bir şehirde geçiyorsa konsantre olmakta her zaman zorlanmışımdır. Bu kez öyle olmadı. Nasıl olduysa bu kez hikaye Ankara’da geçmesine rağmen, cadde, sokak, mekan isimleri bana tamamen yabancı olmasına rağmen bir şekilde çabuk girdim hikayenin içine. Yabancısı olduğum adres ve mekanlardan bahsedildiğinde sanki oraları biliyormuşum gibi hissettim. Yazarın bir başarısı da bu bence. Hikaye daha doğrusu anlatım okuyucuyu başka etkenlerden bağımsız olarak içine çekebiliyor. Böyle söylüyorum çünkü hikayenin ana fikri pek de özgün değil. İki arkadaşın aynı kişiye aşık olması gibi daha önce defalarca işlenmiş bir konu. Zaten bence bu nedenle de film genelde olumsuz eleştiri almış. Çünkü bu hikayeyi güzel kılan anlatım. Bu anlatımı beyaz perdeye taşımak da neredeyse imkansız olmalı. Özellikle de bir ‘iç ses’ kullanılmadan. Eminim bu sebeple film yarım yamalak, vasat bir film olmuştur.

Kitabın kurgusunu iki çocukluk arkadaşı olan Ender ve Çetin’in orta yaşlara ulaştıklarında hala aynı evde yaşıyor olmaları ve bir arkadaşlarının yirmili yaşlarının başındaki kız kardeşi Nihal bir vesileyle yanlarına taşınınca ikisinin birden kıza aşık olmaları oluşturuyor. Bu da Ender’in kaleme aldığı Çetin’e yönelik mektup bile diyebileceğimiz bir yazı aracılığıyla gerçekleşiyor. Ama ağırlık o yöndeymiş gibi görünse de, kitap o amaçla yazılmış olsa da bence asıl önemli ve etkileyici olan bir aşk hikayesinden çok Ender ve Çetin’in arkadaşlıkları, dostlukları ve bunun çok keyifli, etkileyici, duygulu bir şekilde anlatılmış olması.

Diğer taraftan hem kitap hem de filmle ilgili okuduğum yorumlarda dikkatimi çeken nokta Nihal konusu oldu. Bir tek filmi izleyenler de, hem kitabı okuyup hem filmi izleyenler de filmdeki Nihal’i oyunculuk yönünden de ortaya konulan karakter yönünden de başarısız bulmuşlar. Filmdeki Nihal’de iki arkadaşın aşık olmasını gerektirecek hiçbir özellik olmadığını söyleyenler olmuş. Oyunculuk kısmını bilemeyeceğim ama karakter açısından aslına bakarsanız ben kitaptaki Nihal için de aynı şeyi söyleyeceğim. Üstelik bir bölümde Ender hem kendisinin hem Çetin’in hangi koşullarda aşık olduklarını çok güzel anlatıyor. Ama Nihal benim açımdan bakıldığında kitap boyunca o koşullara uygun bir duruş sergilemiyor. Bence hikayenin eksik kalan yönü de bu. Nihal’i biraz daha iyi tanımalıydık, duygu ve düşüncelerini daha iyi bilmeliydik. Birkaç sağlam lafı olmalı, davranışlarıyla, duruşuyla okuyucuyu daha kendine hayran bırakan bir tablo çizmeliydi. Okuyucu da Nihal’e aşık olmalıydı ki Ender ve Çetin’in aşkını daha inandırıcı bulsun, o aşkı kabullensin, hak versin ve heyecan duysun. Gerçi belki bazı okuyuculara bu kadarı da yetmiştir ama dedim ya benim açımdan biraz eksik kalmış hikayenin bu yönü.

En önemli tartışma konularından biriyse Ender ve Çetin’in dostluklarının ölçüsü tabii ki. İki erkek arasındaki bu denli bir yoğunluğun eşcinsellik içerdiğini düşünenler var. Zaten Ender de bu durumdan bahsetmiyor değil ama ben hiç öyle hissetmedim kitabı okurken. Birbirini iyi tanıyan, iyi anlaşan, bir arada olmaktan keyif alan, konuşulacak, paylaşılacak çok şey bulan iki insan aynı cinsten de olsalar ancak karşı cinsler arasında görülmesi normal kabul edilebilecek yakınlıklar hissedebilirler birbirlerine karşı. Ve bu yakınlığın illaki cinsellik içermesi de gerekmez. İki dost birbirini çok özleyebilir, diğerini gördüğü zaman içini sevinç kaplayabilir ki zaten bence bunlar zaten olan, herkesin yaşadığı şeyler. Ama belki de yadırgatıcı olan bunların sözlü olarak ifade edilmesi olabilir. Kitap biraz o yönde etkiliyor olabilir okuyucuyu. Çünkü iki dost arasındaki hisler yazıya ve söze döküldüğü için ve bunu da gerçek hayatta arkadaşlar, dostlar pek yapmadığı için eşcinsellik bağlamında yanıltıcı bir durum ortaya çıkmış olabilir.

Böyle bir kitabın neredeyse tamamının ikinci tekil şahıs kullanılarak yazılmış olması da ilginç bir durum. Bunca karşılıklılık içeren duyguyu vermek adına epey zor olmuştur. Gerçi zaman zaman ister istemez bu yöntemi bir kenara bırakmış yazar ama yine de bu bile başarıdır bence. Daha önce Paul Auster'de de öyle bir hikayeye rastlamıştım. Bu tarz dokunuşlar değişik bir lezzet bırakıyor okuyanın dimağında.

Kitaptan aklımda kalan bir mevzu da ‘çekirdek içlemek’ oldu. Bu deyimi daha önce hiç duymamıştım. Ankara’ya, Ankara civarına özgü bir deyim mi acaba diye düşünerek internette şöyle bir bakınınca Oktay Rifat’ın bir şiirinde geçtiğini gördüm:

Koca bir yazı çekirdek içleyerek

sinemalarda geçirdim,
taban teptim sokaklarda,

tırnak yedim uyudum,

denize baktım usanmadan,

ölüme inandım,

güzel, çok güzel olduğunu düşünerek,

Güzelim, düşünerek

çekirdek içleyerek,

Güzelim, çekirdek içleyerek

koca bir yaz geçirdim,

şimdi yorgunum biraz.

Sonuçta yerel bir deyim midir çözemedim. Barış Bıçakçı da bu şiirden yola çıkarak o şekilde kullanmış olabilir tabii ki. Ama o zaman Oktay Rifat nereden yola çıkarak ‘çekirdek içlemek’ dedi değil mi?

Yazarın edebi yeteneği daha ilk cümlelerden anlaşılıyor diye başlamıştım yazmaya. O zaman bu yazımı da kitabın ilk cümleleriyle bitireyim...

"Her şeyin geçip gittiğine, yaşadıklarımızın geçmişte kaldığına kim inandırabilir bizi? Anılarımızı avuç dolusu su gibi her sabah yüzümüze çarpmanın işe yaramayacağına kim inandırabilir?"