9 Mart 2015 Pazartesi

Bizim Büyük Çaresizliğimiz - Barış Bıçakçı


Öncelikle henüz kitabın filmini izlemeden bu yazıyı yazdığımı belirtmek istiyorum. Kitapla birlikte filme yönelik değerlendirme beklentisi içinde olanlar varsa diye. Gerçi az çok onu da yapmadım değil. Kitapsa anlatma ve yazma yeteneği yüksek bir yazarın elinden çıktığını daha ilk cümlelerinde belli ediyor.

Türkiye’de yaşanıp da İstanbul dışındaki şehirlerde geçen hikayeleri her zaman yadırgamışımdır. Bu kez de öyle oldu. Hikaye İstanbul dışındaki bir şehirde geçiyorsa konsantre olmakta her zaman zorlanmışımdır. Bu kez öyle olmadı. Nasıl olduysa bu kez hikaye Ankara’da geçmesine rağmen, cadde, sokak, mekan isimleri bana tamamen yabancı olmasına rağmen bir şekilde çabuk girdim hikayenin içine. Yabancısı olduğum adres ve mekanlardan bahsedildiğinde sanki oraları biliyormuşum gibi hissettim. Yazarın bir başarısı da bu bence. Hikaye daha doğrusu anlatım okuyucuyu başka etkenlerden bağımsız olarak içine çekebiliyor. Böyle söylüyorum çünkü hikayenin ana fikri pek de özgün değil. İki arkadaşın aynı kişiye aşık olması gibi daha önce defalarca işlenmiş bir konu. Zaten bence bu nedenle de film genelde olumsuz eleştiri almış. Çünkü bu hikayeyi güzel kılan anlatım. Bu anlatımı beyaz perdeye taşımak da neredeyse imkansız olmalı. Özellikle de bir ‘iç ses’ kullanılmadan. Eminim bu sebeple film yarım yamalak, vasat bir film olmuştur.

Kitabın kurgusunu iki çocukluk arkadaşı olan Ender ve Çetin’in orta yaşlara ulaştıklarında hala aynı evde yaşıyor olmaları ve bir arkadaşlarının yirmili yaşlarının başındaki kız kardeşi Nihal bir vesileyle yanlarına taşınınca ikisinin birden kıza aşık olmaları oluşturuyor. Bu da Ender’in kaleme aldığı Çetin’e yönelik mektup bile diyebileceğimiz bir yazı aracılığıyla gerçekleşiyor. Ama ağırlık o yöndeymiş gibi görünse de, kitap o amaçla yazılmış olsa da bence asıl önemli ve etkileyici olan bir aşk hikayesinden çok Ender ve Çetin’in arkadaşlıkları, dostlukları ve bunun çok keyifli, etkileyici, duygulu bir şekilde anlatılmış olması.

Diğer taraftan hem kitap hem de filmle ilgili okuduğum yorumlarda dikkatimi çeken nokta Nihal konusu oldu. Bir tek filmi izleyenler de, hem kitabı okuyup hem filmi izleyenler de filmdeki Nihal’i oyunculuk yönünden de ortaya konulan karakter yönünden de başarısız bulmuşlar. Filmdeki Nihal’de iki arkadaşın aşık olmasını gerektirecek hiçbir özellik olmadığını söyleyenler olmuş. Oyunculuk kısmını bilemeyeceğim ama karakter açısından aslına bakarsanız ben kitaptaki Nihal için de aynı şeyi söyleyeceğim. Üstelik bir bölümde Ender hem kendisinin hem Çetin’in hangi koşullarda aşık olduklarını çok güzel anlatıyor. Ama Nihal benim açımdan bakıldığında kitap boyunca o koşullara uygun bir duruş sergilemiyor. Bence hikayenin eksik kalan yönü de bu. Nihal’i biraz daha iyi tanımalıydık, duygu ve düşüncelerini daha iyi bilmeliydik. Birkaç sağlam lafı olmalı, davranışlarıyla, duruşuyla okuyucuyu daha kendine hayran bırakan bir tablo çizmeliydi. Okuyucu da Nihal’e aşık olmalıydı ki Ender ve Çetin’in aşkını daha inandırıcı bulsun, o aşkı kabullensin, hak versin ve heyecan duysun. Gerçi belki bazı okuyuculara bu kadarı da yetmiştir ama dedim ya benim açımdan biraz eksik kalmış hikayenin bu yönü.

En önemli tartışma konularından biriyse Ender ve Çetin’in dostluklarının ölçüsü tabii ki. İki erkek arasındaki bu denli bir yoğunluğun eşcinsellik içerdiğini düşünenler var. Zaten Ender de bu durumdan bahsetmiyor değil ama ben hiç öyle hissetmedim kitabı okurken. Birbirini iyi tanıyan, iyi anlaşan, bir arada olmaktan keyif alan, konuşulacak, paylaşılacak çok şey bulan iki insan aynı cinsten de olsalar ancak karşı cinsler arasında görülmesi normal kabul edilebilecek yakınlıklar hissedebilirler birbirlerine karşı. Ve bu yakınlığın illaki cinsellik içermesi de gerekmez. İki dost birbirini çok özleyebilir, diğerini gördüğü zaman içini sevinç kaplayabilir ki zaten bence bunlar zaten olan, herkesin yaşadığı şeyler. Ama belki de yadırgatıcı olan bunların sözlü olarak ifade edilmesi olabilir. Kitap biraz o yönde etkiliyor olabilir okuyucuyu. Çünkü iki dost arasındaki hisler yazıya ve söze döküldüğü için ve bunu da gerçek hayatta arkadaşlar, dostlar pek yapmadığı için eşcinsellik bağlamında yanıltıcı bir durum ortaya çıkmış olabilir.

Böyle bir kitabın neredeyse tamamının ikinci tekil şahıs kullanılarak yazılmış olması da ilginç bir durum. Bunca karşılıklılık içeren duyguyu vermek adına epey zor olmuştur. Gerçi zaman zaman ister istemez bu yöntemi bir kenara bırakmış yazar ama yine de bu bile başarıdır bence. Daha önce Paul Auster'de de öyle bir hikayeye rastlamıştım. Bu tarz dokunuşlar değişik bir lezzet bırakıyor okuyanın dimağında.

Kitaptan aklımda kalan bir mevzu da ‘çekirdek içlemek’ oldu. Bu deyimi daha önce hiç duymamıştım. Ankara’ya, Ankara civarına özgü bir deyim mi acaba diye düşünerek internette şöyle bir bakınınca Oktay Rifat’ın bir şiirinde geçtiğini gördüm:

Koca bir yazı çekirdek içleyerek

sinemalarda geçirdim,
taban teptim sokaklarda,

tırnak yedim uyudum,

denize baktım usanmadan,

ölüme inandım,

güzel, çok güzel olduğunu düşünerek,

Güzelim, düşünerek

çekirdek içleyerek,

Güzelim, çekirdek içleyerek

koca bir yaz geçirdim,

şimdi yorgunum biraz.

Sonuçta yerel bir deyim midir çözemedim. Barış Bıçakçı da bu şiirden yola çıkarak o şekilde kullanmış olabilir tabii ki. Ama o zaman Oktay Rifat nereden yola çıkarak ‘çekirdek içlemek’ dedi değil mi?

Yazarın edebi yeteneği daha ilk cümlelerden anlaşılıyor diye başlamıştım yazmaya. O zaman bu yazımı da kitabın ilk cümleleriyle bitireyim...

"Her şeyin geçip gittiğine, yaşadıklarımızın geçmişte kaldığına kim inandırabilir bizi? Anılarımızı avuç dolusu su gibi her sabah yüzümüze çarpmanın işe yaramayacağına kim inandırabilir?"


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder