Her zaman söylediğim gibi aynı yazarın birden fazla kitabını pek okumam ama daha önce Ahmet Ümit’in Beyoğlu Rapsodisi ve Bab-ı Esrar romanlarını
okumuştum. Bab-ı Esrar’ı sevmiştim, Beyoğlu Rapsodisi’nde biraz sinirlenmiştim.
Sinirlenmiştim çünkü Dan Brown’un da çoğu zaman yaptığı gibi okuyucuyu “enayi”
yerine koymuştu bu romanında. Bu şu anlama geliyor: Hikayeyi okurken
düşüncelerini de okuduğunuz ve o düşünceleriyle katil olmadığına inandığınız,
inandırıldığınız birinin daha sonra sürpriz katil çıkması. Bir de hiç olayların
içinde olmayan birinin sonradan hikayeye dahil olup katil çıkmasından hiç
hoşlanmam. Bunu da Grangé yapıyor arada sırada. Polisiye kitaplarda beni en çok
kızdıran bunlardır. Patasana’ya başlarken bu nedenle biraz kaygılıydım. Tabii
ki ipucu vermiş olmamak için ayrıntısına giremeyeceğim ama neyse ki bu kitapta
beni kızdıracak kadar böyle durumlar yok. Ama hiç yok da diyemem. Neyse. Genel
olarak kitabı sevdiğimi söyleyebilirim.
Asıl hikayenin yanı sıra ilerleyen ve 2700 yıl önce geçen Hitit sarayının
başyazmanı Patasana’nın hikayesi de oldukça keyifli olmuş. Ana hikaye ile yan
hikayenin başlarındaki ve sonlarındaki cümleleri bölümden bölüme geçişte ortak
kelimeler, duygular içerecek şekilde yazmak bazı yerlerde zorlama olmuş ama
genelde sevimli duruyor. 2015’te yayımlamayı düşündüğüm romanımda benzer
şekilde bir durum olmasından dolayı da hoşuma gitmiş olabilir bu yan hikaye
kurgusu.
Bu arada birçok diyalog gereksiz olmuş. Sadece gereksiz değil anlamsız
olmuş. Gayet zeki, akılcı, şüpheci, kılı kırk yaran, objektif karakterler
olmalarına karşın başkahramanlar olan Esra da yüzbaşı Eşref de özellikle kendi
aralarında geçen diyaloglarda bir türlü ortak görüşlerde anlaşamamalarıyla,
sürekli diğerinin ileri sürdüğü fikirlere anlamsız bir şekilde karşı
çıkmalarıyla canımı sıktılar. Genel olarak kitaptaki diyaloglarda bir
yapmacıklık hissi de var. Bunun nedeni de yazarın kişiler arasındaki
diyalogları o bölümde ön plana çıkarmak istediği konuya kapı açmak için anahtar
olarak kullanmayı amaçlamış olması.
Yan hikaye aracılığıyla Hititler, Urartular, Asurlar dönemiyle ilgili
bilgilerin resmi olmayacak şekilde verilmiş olması da güzel olmuş. Zaten
hikayede de önemli rol oynuyor Patasana’nın tabletlerinin resmi olmayan belge
durumu. O dönemleri merak edip ansiklopedik bilgi tazeleme ihtiyacı hissettiriyor
insana. Gerçi o bölümlerdeki anlatım dili biraz daha “Hititvari” olabilirmiş
artık nasıl olacaksa. Çok günümüz dili olunca okuyucuyu yeterince içine
çekemiyor gibi geldi bana.
Bu arada Ermeni tehcirine, Kürt sorununa, yabancıların Türklere, Türklerin
yabancılara bakış açısına, PKK’ya, soykırım konusuna vs. de ciddi yaklaşımlar
var kitapta. Gerçi bu konularda da karakterlerin işlenişinden dolayı bazı
tutarsızlıklar ortaya çıkmış ama yine de kurgunun içine güzel yedirilmiş hepsi
de.
Kitaptaki yemek tarifleri biraz havada kalmış. Bu tip ayrıntılar hikayenin
genel kurgusuyla bir paralellik söz konusu olduğunda çok keyifli oluyor. Ne
bileyim, mesela boğazına çok düşkün bir karakter varsa kurguda zaman zaman yeme
içme konusunun tarif verecek kadar kurguya dahil olması keyifli oluyor ama bu
hikayede akışı soğutmaktan başka işe yaramamışlar.
Ben anaerkil toplumları anlamakta güçlük çekiyordum hep. Bilek gücü
kendilerinde olduğu halde, neredeyse bütün toplumlar bu nedenle ataerkil olduğu
halde nasıl oluyor da bazı durumlarda erkekler kadınları bu kadar
yüceltebiliyorlar diye. Bu konudaki bilgi eksikliğimden kaynaklanıyordur tabii
ki bu durum. Patasana’daki bir bölüm bu konuda bana “hmmm, evet evet, bu
nedenle olabilir” dedirtti. Paylaşıyorum: