22 Mayıs 2015 Cuma

Cerrah - Tess Gerritsen


Bu benim okuduğum ilk Tess Gerritsen kitabı ve doğrusunu söylemek gerekirse bu kadar sağlam bir polisiye roman ile karşılaştığım için biraz şaşırmış durumdayım. Hiç vakit kaybetmeden Çırak’ı da okumaya başladım hemen ardından. Popüler macera-polisiye yazarlarından Dan Brown ve Grangé hayranıyımdır. Kendi adıma Dan Brown’ın araştırmacı yönü, Grangé’nin şaşırtıcı kurguları dolayısıyla bu ikisinin üstüne çıkmayı bırakın yanına konulabilecek yeni bir yazarla yakın zamanda tanışabileceğimi sanmıyordum hiç. Agatha Christie, Arthur Conan Doyle, Georges Simenon gibi artık klasikleşmiş polisiye yazarlarını kenarda tutarak söylüyorum bunları tabii ki. Cerrah’ın kurgusunu da dilini de çok sevdim. Çevirisi de birkaç göz ardı edilebilecek pürüz dışında gayet iyiydi.

Cerrah için Rizzoli & Isles serisinin ilk kitabı deniliyor ama bence değil. Gerçi sadece ilk kitabı okumuş biri olarak bu saptamayı yapmam biraz ukalalık oldu galiba. Neyse, yanılıyor olabilirim ama bana göre bu kitap önce tek bir kitap olarak düşünülmüş sonra Çırak bir devam kitabı şeklinde kurgulanmış ve sonra da seriye dönüşmüş. Zaten Cerrah’ta Maura Isles karakteri yok sadece Jane Rizzoli var ve kurgunun önemli de olsa sadece bir bölümünü kapsıyor. Başka karakterlerin duygu ve düşünceleri de Rizzoli’den bağımsız olarak kapsamlı bir şekilde işleniyor. Yani bu kitap bir ‘Rizzoli kitabı’ değil. Henüz yeni başladım ama tahminime göre Çırak’la birlikte Rizzoli herkesten daha ön planda olacak, yanına da Isles gelecek. Çırak hakkındaki yorumlarımı yazarken “ne kadar da yanılmışım” diyecek miyim bakalım.

Yukarıda söylediğim gibi Cerrah’ın kurgusunu çok sevdim. İçeriği Dan Brown kitapları kadar kapsamlı, olaylar örgüsü Grangé kitaplarındaki kadar şaşırtıcı değil ama bu iki yazarın romanlarında gördüğüm birçok eksikliği, tutarsızlığı ya da ayak oyunlarını Gerritsen’de görmedim. Bence baştan sona kusursuz bir kurgu ortaya koymuş. Kurgunun başarısının yanına bir de Gerritsen’in tıbbi ve cerrahi bilgilerini hikayeyle harmanlanması da tadından yenmez bir kitap ortaya çıkmasını sağlamış. Tıpla ilgisi olmayan bir yazar da sadece araştırarak yazabilirdi tabii böyle bir hikayeyi. Ama kanaatimce yazarın işin içinden biri olması tıbbi açıklamaları ve cerrahi sahneleri çok daha inandırıcı ve etkileyici bir hale getirmiş.

Bir polisiyesever olarak biraz geç de olsa Tess Gerritsen’i keşfettiğim için çok mutluyum. Beni daha da mutlu eden bir diğer durumsa önümde sıkılıncaya kadar okunacak otuz civarında Gerritsen kitabı olması. Stephen King’de yaptığım gibi hepsini arka arkaya okumazsam hiç sıkılmayabilirim de tabii. Gerçi bütün kitaplarında aynı performansı beklemek yazara haksızlık olur ama yine de Cerrah’a dayanarak söyleyebilirim ki büyük olasılık hepsi ayrı bir keyif verecek bana.

Polisiye romanlar için yorum, inceleme, tanıtım yazısı yazmak ipucu vermemek kaygısı nedeniyle zordur. Bu nedenle bundan sonra söyleyeceklerim çok kritik olmasa da ipucu sayılacağından kitabı okumayı düşünenler bu yazıyı okumayı burada bıraksınlar.

Cerrah’ın son sayfalarına yaklaştığımda şöyle dedim: “Ne olur polis katilin kim olduğunu bulmakla kalmasın yerini de bulsun.” Çünkü kurban bir şekilde polis gelmeden önce katili alt ederse ya da yerini haber vererek yakalanmasını sağlarsa katilin kimliğini bulmak için polisin gösterdiği zekice çabaların hiçbir anlamı kalmayacaktı. Neyse ki korktuğum olmadı ve hikaye tam beni tatmin edecek şekilde sonuçlandı. Bir de okuyucunun katilin kim olduğunu tahmin etme durumları açısından hikayenin başlarında kurbanı bile şüpheliler arasına sokmayı başarmış olması bence çok keyifliydi.

Bence keyif kaçırıcı tek durum şuydu: Hipnoz sırasında Catherine’in hatırladığı ve katilin bir ortağının olduğunu keşfetmelerini sağlayan konuşmalarda geçen “bir gör, bir yap, bir öğret” sözlerinden de bir şeyler çıkmasını bekledim ama olmadı. Bu sözlerin katiller arasındaki ilişkiyi, bağı, geçmişlerini daha ayrıntılı açıklamak için kullanılacağını düşünmüştüm oysa.   


20 Mayıs 2015 Çarşamba

Anansi Çocukları - Neil Gaiman

Bütün diğer Neil Gaiman kitapları gibi bunu da çok keyif alarak okudum. Kurgu gayet güzel ve akıcıydı. Kitap fantastik bir hikayeden beklenebilecek her şeyi içeriyordu kanaatimce. Tabii eğer bir çocuksanız. Gerçi bu bir çocuk kitabı değil içeriği itibarıyla. Birçok yer yetişkinlere uygun metinler içeriyor. Ancak birçok yerde de hikaye çok çocukça bir hale gelmiş. Yanlış anlaşılmasın. Kendi adıma Neil Gaiman’ın Coraline, Odd ve Ayaz Devleri isimli çocuk kitaplarını da son birkaç yıl içinde severek okumuş olduğum için bu tam olarak bir şikayet değil.

Sonuçta Mezarlık Kitabı ve Yıldız Tozu da bence çocuk kitabı sayılırlar ama yetişkin kitabı muamelesi gördükleri de oluyor. Anansi Çocukları da bu iki kitabın ayarındaydı bana göre. Oysa ben Amerikan Tanrıları ya da en azından Yokyer ayarında bir kitap bekliyordum. Minik hayal kırıklığım bundan kaynaklanıyor işte.

Her daim olduğu gibi bu kitapta da Neil Gaiman yaratıcılığını konuşturmuş ve özgün bir kurgu yaratmayı başarmış. Çekingen, pısırık, kibar Şişko Charlie’nin kendisini sürekli utandırdığı için pek de haz etmediği babasının (aynı zamanda Amerikan Tanrıları’ndan bir karakter – Mr. Nancy / Anansi) bir nevi tanrı olduğunu (babası öldükten sonra), ancak tanrılık özelliklerinin varlığını yeni öğrendiği ve nerede olduğunu bilmediği ikiz kardeşi Örümcek’e geçtiğini öğrenmesiyle başlıyor hikaye. Kardeşine yaşlı komşu teyzenin tavsiyesi üzerine bir örümcekle konuşarak haber gönderiyor ve onu çağırıyor. O da geliyor. Ama Örümcek girişken, utanmaz, yapışkan ve sömürücü herifin teki ve Charlie’nin hayatına çöküyor ve gitmek de bilmiyor. Ancak bu kötü huyları sadece Charlie’yi kötü etkiliyor. Geri kalan herkes zamanında babasına olduğu gibi bu kez de Örümcek’e hayran oluyor. Charlie’ye tek kalan Örümcek’i göndermek için sıradışı çareler aramak oluyor ve böylece olaylar gelişiyor.

Bence Anansi Çocukları Neil Gaiman sevenler için biraz ‘idare et’ kitabı olmuş. Evet tamam çok keyifli bir metin ama biz artık daha elle tutulur şeyler bekliyoruz kendisinden. Buradan yetkililere sesleniyorum. Amerikan Tanrıları’ndan sonra böyle naif kurgular bizi kesmiyor. Küçük çocuk değil, daha üst seviyelerde, yetişkin çocuk kitapları bekliyoruz. Ne bileyim, böyle Stephen King’in Kara Kule’si gibi bir kitap mesela. Lütfen.


7 Mayıs 2015 Perşembe

Boyalı Kuş - Jerzy Kosinski

Okuduğum baskının kapağında yazar için “şiddetin şiirini yazmış” deniyordu. Bu sözü kitaba başlamadan önce oldukça iddialı bulmuştum. Ama okuduktan sonra fikrim değişti. Gayet yerinde bir tanımlama olmuş.

İkinci Dünya Savaşı başlarında Polonyalı bir ailenin altı yaşındaki çocuklarını savaştan ve Nazilerden korumak için bir köylüye emanet etmeleriyle başlıyor hikaye. Daha sonra gelişen olaylar sonucu çocuk o köy senin bu köy benim dolaşmak durumunda kalıyor. Bu arada çingene ya da Yahudi sanılmasının berberinde köylülerin cahillikleri, bağnazlıkları, gaddarlıkları ve ilkellikleri hatta vahşilikleri nedeniyle yaşadıkları da belki savaşın ya da Nazilerin vereceği zararla yarışacak düzeyde zarar veriyor çocuğa.

Aslında kitap bir özyaşamöyküsü. Yazar o dönemde kendi başından geçenleri anlatmış bu kitabında. Fakat yaşadıkları o kadar katlanılmaz, acıklı ve şiddet içerikli ki insanın inanası gelmiyor. Acaba gerçek nerede bitiyor, kurgu nerede başlıyor diye içi içini kemiriyor. Keşke diyorsunuz içinizden bu anlatılanların hepsi kurgu olsa, tamamen yazarın hayal gücünden kaynaklansa, ne kendisi ne de başka bir çocuk bunları yaşamış olsa. Şiddetin, acımasızlığın cehaletle ve bağnazlıkla olan doğru orantılı bağlantısı insanın tüylerini diken diken edecek bir açıklıkla anlatılmış kitapta. Asıl acı olansa bugün, bu zamanda hala aynı sürecin devam ediyor olduğunu bilmek.

Bu kitap için ‘Boyalı Kuş’ çok güzel, çok yerine oturan bir kitap adı seçimi. Kitabın bir yerinde anlatılana göre bir kuşu farklı bir renge boyayıp bırakırsanız o hiçbir şeyin farkında olmadan türdeşlerinin arasına katılmak isterken diğer kuşlar renginden ötürü onu dışlıyor hatta öldürüyorlar. Bununla birlikte yazar bu durumu çocuğun yaşamındaki yanlış bir zaman dilimiyle örtüştürmüş nedense. Bütün yaşadıklarından sonra anne ve babasına kavuştuğu anda hissettiği yabancılığı açıklarken dile getirmiş. Oysa aslında o ana kadar kendisini dışlayan köylülerle yaşadıklarıydı boyalı kuşun kaderiyle örtüşen süreç. Gerçi o aşamada kendisini boyalı kuşa benzeten kişi çocuk. Anne babasının ortaya çıkışıyla birlikte, her şeye rağmen benimsediği özgürlük hissine ters bir durumla karşılaştığı için öyle düşünmekte kendince haklı da olabilir. Belki de yazar bu durumun farkındadır. Yani yazarın gözünde boyalı kuş göndermesi her iki durumu da karşılamaktadır. Bilemiyorum.

Kitabın birçok yerinde altı çizilmeye değer cümleler vardı. Kosinski aforizma niteliğinde, ciddi gözleme dayalı, duygu ya da akıl yüklü birçok yorum ve saptama yapmış. Bir tanesi kitaplarla ilgili, onu yazının sonuna bırakıyorum. Ondan önce, çocuğun annesinden babasından ayrı, kimsesiz, maddi-manevi acılar içinde, herkes tarafından suiistimal edilerek, itilip kakılarak, dövülerek, hatta zaman zaman öldürülmeye çalışarak geçirdiği savaş döneminin ardından, köylülerin Kızılordu’nun zaferiyle kurulacak yeni düzen hakkındaki sözlerini duyduktan sonraki düşüncelerini paylaşmak istiyorum.   

“Kadınlarla çocukların paylaşılacağı doğruysa her çocuğun birkaç babası, birkaç annesi, sayısız kardeşleri olacak demekti. Çok güzel geliyordu bu bana.  Herkesin olmak! Nereye gitsem babalar güven verici elleriyle saçlarımı okşayacak, anneler beni göğüslerinde sıkacak, ağabeyler beni köpeklerden koruyacak, ben de kız kardeşlerime göz kulak olacaktım. Köylülerin neden korktuklarına akıl erdiremiyordum doğrusu.”

Bu da kitaplar hakkında: “Çok seviyordum kitapları. Çevremizdeki dünya kadar gerçek, neredeyse ondan daha zengin bir evren fışkırıyordu sayfaların arasından. Hayat boyu tanımadan yanından geçtiğimiz kişilerin düşünceleriyle isteklerini öğrenebiliyorduk kitaplardan.”

‘Şiddetle’ tavsiye ediyorum.