Kardeşimin önerisi üzerine ilgi duymaya başladıktan ve Bizim Büyük
Çaresizliğimiz’i okuyup sevdikten sonra Barış Bıçakçı’nın tüm kitaplarını arka
arkaya (araya giren bir iki kitap olabilir tabii) okumaya karar verip
Aramızdaki En Kısa Mesafe’yi elime aldım. Beklentim Bizim Büyük Çaresizliğimiz'deki gibi
keyifli bir anlatım, basit ama insanı sarıp sarmalayan bir kurgu ve birkaç tane
de insanın beynini okşayan, şöyle bir durup düşünmesini sağlayan güzel sözlerdi.
Tabii bir de dostluk, arkadaşlık, aşk, kardeşlik, anne-baba-çocuk ilişkileri
vs. gibi insan ilişkilerine de dokunan, hepimizin yaşadığı, yaşayacağı şeyleri
okumanın verdiği haz. Ama bir de ne göreyim! İçinde bir sürü kısa hatta çok
kısa hikayeler olan bir kitaptı bu. Ben ki kısa hikayeleri pek sevmem. Hele bir
de usta bir kalemden çıktıysalar iyice can sıkıcı olur durum.
Güzel kısa hikayeler çok sevdiğiniz bir yiyecekten elinizde bir gıdım
bulunmasına benzer. Azar azar ısırarak yemeye başlarsınız ama yine de bitiverir
kaşla göz arasında. Üstelik ne yediğinizden bir şey anlarsınız ne
yuttuğunuzdan. Tadı damağınızda kalır karnınız da doymaz. İşin metaforu bir
yana kısa hikayeleri de severim fakat uzun soluklu metinleri daha çok tercih
ederim. Daha çok içine girip daha çok özümserim olayları, kahramanları. Akşam
yatmadan önce ha bir sayfa daha, ha iki sayfa daha diye diye gecenin bir
yarısına gelmeyi, en sonunda ayracı kaldığım yere koyup sabah kaldığım yerden
devam edecek olmayı bilmenin sevinci ve heyecanıyla sabırsız bir uykuya
dalmayı, oğlumu okula gönderdikten sonra bana kalan bir saatlik sabah
uykusundan vazgeçip maceraya kaldığım yerden devam etmeyi, otobüsten ineceğim
yere geldiğimde kitabı çantaya bile koymayıp bineceğim bir sonraki araca
koştura koştura gitmeyi, dolayısıyla bunları bana yaşatabilen uzun metinleri
severim ben. Neyse, yapacak bir şey yok deyip başladım ilk hikayeyi okumaya.
Durum sandığım gibi değilmiş neyse ki. Kitap kısa hikayelerden oluşuyor
fakat birbirinin devamı durumundalar. Kahramanımızın hayatından kronolojik
kesitler içeren keyifli metinler çıktı karşıma. İşin içinde yine kurguyla
gerçek arası geliş gidişler olduğu için ayrıca keyif veren bir kitap oldu benim
için. Tabii hepsi kurgu da olabilir
hepsi gerçekten yaşanmış da. Bunu bilmemek, bilememek de ayrı bir haz sebebi.
Çocukluğundan başlayıp yetişkin bir insan oluncaya kadar geçen yirmi otuz
yıllık bir zaman diliminden söz ediyor hikayelerin kahramanı ya da yazar kendi hikayelerini anlatıyor işte.
Çocuk bakış açısıyla yazdığı hikayeleri çok sevdim. En çok da ‘Meltem
Sakızı’ hikayesini. Kitabın henüz üçüncü hikayesi olmasına rağmen (ki
ikişer-üçer sayfalık hikayelerden söz ediyoruz) sonunu okuduğumda burun
direğimin sızlaması kitabı sevdiğimin, seveceğimin önemli bir göstergesiydi
benim için. Sonuçta kısa hikayelerden oluşan uzun bir metindi ne de olsa. Bu
arada uzun dediysem yüz sayfalık bir kitaptan söz ediyoruz burada. Bir oturuşta
okunup bitirilecek bir metin. Hiç yoktan iyidir işte.
Bir de ‘Pazar Arabası’ hikayesinin sonundan çok etkilendim. Oğlumla
geçmişte yaşadığım benzer bir anı hatırlattı bana. Dedim ya, Barış Bıçakçı’nın
güzel yanlarından biri de bu. Herkesin hayatının bir döneminde etrafındaki
insanlarla olan iletişim sürecinde yaşadığı, kıyıda köşede kalmış ama etki
bırakmış anları bulup çıkarıyor ve çok güzel anlatıyor.
Kitap aynı zamanda bir dönemi de anlatıyor. 12 Eylül sürecini, bu sürecin kahramanımızın
ailesini ve ailesinin nezdinde tüm bir toplumu nasıl etkilediğini görüyoruz. Görüyoruz
derken Bıçakçı bunu gözümüze sokmamış ama alttan alttan, ince ince işlemiş
sözcüklerin arasında.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder