Bir köprünün
yaklaşık üç yüz elli yıllık bir tarihe tanıklık edişinin anlatıldığı olağanüstü
bir roman. Romandaki hikayeler köprünün ağzından anlatılıyor olmasa da yazarın
zaman zaman kullandığı ‘biz’ kelimesi okuyucunun sanki köprü
konuşuyormuş gibi hissetmesini sağlıyor. Ağzından duyuyor olmasak da bütün
yaşananları bir şekilde köprünün üstünden görüyor olmak da ayrı bir gerçek.
Üstünden yani köprünün gözünden.
Sözünü ettiğim
köprü şimdiki Bosna-Hersek sınırları içindeki Vişegrad şehrinin hemen yanı
başından geçen Drina nehrinin iki kıyısını birbirine bağlayan Sokollu Mehmet
Paşa Köprüsü ya da daha bilinen adıyla Drina Köprüsü. Köprü, Sokollu Mehmet
Paşa tarafından 1571-1577 yılları arasında Mimar Sinan’a
yaptırılmış. Roman da bu hikaye ile başlıyor ama nedense Mimar Sinan’ın adı
hiç geçmiyor. Daha doğrusu Mimar Rade diye bir isim geçiyor. Bir de Tosun Efendi var ama bilemiyorum. Vişegrad’ın yakınındaki Sokol kasabasında doğan,
sonra Osmanlı’da sadrazamlığa kadar yükselen ve doğup
büyüdüğü yerleri unutamayan paşanın görevlendirdiği Abid Ağa yönetimindeki Tosun Efendi, Antoine Usta ve işçiler köprünün yapımına başlıyor ve sonra gaddar Abid Ağa’nın
yerine gelen daha yumuşak başlı Arif Bey tarafından inşaat sonlandırılıyor.
Sonra da köprü sınırsız bir coğrafyada yaşayan insanların kimi zaman eğlenceli
kimi zaman acıklı hikayelerine tanıklık ediyor.
Sınırsız bir
coğrafya derken kastım dışarıyla arasındaki sınırlar değil, kendi içinde sınır
olmayışı, olamayışı. Çünkü bu coğrafyadaki farklı dinlere, dillere, milletlere,
ırklara, mezheplere sahip binlerce, milyonlarca insan iç içe geçmiş bir şekilde
bir arada yaşıyor. Boşnaklar, Türkler, Sırplar, Hırvatlar, Slovenler,
Makedonlar, Arnavutlar, Pomaklar, Çingeneler, Yahudiler hatta Bulgarlar ve
Yunanlılar. Yani Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Museviler... Balkanların geneli
bu şekilde ama Bosna-Hersek, Sırbistan ve Hırvatistan bölgesi özellikle tam bir
kozmopolitlik örneği. Vişegrad da çoğunlukla Sırpların ve Boşnakların yaşadığı
bir yer. Tabii ki başka milletlerden, dinlerden insanlar da var. Roman da bu
insanların birbirleriyle kah dostluğa kah düşmanlığa dönüşen hikayeleri üzerine
kurulu. Yazarın en büyük başarısı da o bölgenin insanı olmasına rağmen son
derece tarafsız bir anlatımı olması. Tıpkı Drina Köprüsü gibi. Çünkü bir köprü
kendisini kim inşa ederse etsin daha sonra üzerinden geçmek isteyen herkese
eşit davranır.
Köprü üç yüz elli
yıllık bir tarihe ve bu tarihler arasında yaşananlara tanıklık ediyor ama
romanı elimize alıp incelediğimizde belirli bir döneme daha çok yoğunlaştığını
görüyoruz. Köprünün bakımından sorumlu vakfı idare etmekle görevlendirilen
Davut Hoca Mütevelli ve daha çok da oğlu Ali Hoca Mütevelli’nin
yaşadıkları zaman dilimi olan on dokuzuncu yüzyılın başlangıcıyla yirminci
yüzyılın ilk yılları arasında geçiyor olaylar. Kitabın da beşte dörtlük
bölümünü bu dönem kapsıyor. Çünkü bu coğrafyanın tarihindeki olaylar da en çok
bu dönemde hareketleniyor. Yazarın Sırp olması ve Müslüman olan Ali Hoca’ya
yoğunlaşması da tarafsızlığının bir başka göstergesi bence.
Balkan göçmeni
soyundan gelen bir Trakyalı olarak kitapta yaşananlar beni belki olması
gerekenden fazla etkilemiş olabilirse de romanın 1961 Nobel’ini
almış olması kesinlikle çok yerinde bir durum. Zaten Nobel’in de
yazardan hatta romandan çok köprüye ve orada yaşananlara, yaşayanlara verilmiş
kabul ediliyor.
Diğer taraftan
Drina Köprüsü’nün hikayesi bu romanda anlatıldığı
kadarıyla yarım kalmış durumda. 1914 yılında Sırp topçusunun açtığı ateş sonucu
bir bölümü yıkılıyor ve kitap o noktada sona eriyor. Ancak hikayeler yaşanmaya
devam ediyor. Sonraki yıllarda köprü onarılıyor tabii ki. Kitap kırklı yılların
başında yazılmış durumda. O dönemde yazar dahi Yugoslavya’nın
sosyalizm deneyimini henüz yaşamamış olduğu için bu durum kitap açısından büyük
bir eksiklik yaratıyor. Yazar kitabı biraz daha geç yazmış olsaydı kanaatimce
hikayeyi biraz daha ileriki yıllara taşıma ihtiyacı da hissederdi büyük
olasılık.
Daha da önemlisi
yazar 1975 yılında öldüğü için doksanlı yılların başında yine tam da o bölgede
yaşanan insanlık dramını göremiyor. Drina Köprüsü görüyor ne yazık ki. Kitapta
anlatılan acıklı hikayelerden yüz kat, bin kat daha acıklı hikayelere tanıklık
ediyor. Savaşlara, cinayetlere, katliamlara, soykırımlara... Köprü tarihe
tanıklığa devam ediyor. Biz de köprüyle birlikte görüyoruz hala bütün bu
çılgınlıkları. Gördüğümüz, bildiğimiz için de kitabı okurken daha da
etkileniyoruz. Yüreğimiz daha da acıyor. Anlayamıyoruz. O barış dönemlerinin
olması gerektiği gibi bir arada yaşayan, güzel güzel geçinen insanları nasıl da
anlamsız bir nefreti, öfkeyi, kini yüreklerinde yıllarca taşımaya devam
edebiliyorlar. Nasıl da fırsat bulduklarında komşularının boğazlarına vahşi
hayvanlar gibi saldırıyorlar. Tıpkı bugün Suriye’de,
Irak’ta olduğu gibi. Nedenini biliyoruz ama nasılını anlayamıyoruz.
Anlayamıyorum. Nasıl?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder