11 Ekim 2014 Cumartesi

Drina Köprüsü - Ivo Andriç


Bir köprünün yaklaşık üç yüz elli yıllık bir tarihe tanıklık edişinin anlatıldığı olağanüstü bir roman. Romandaki hikayeler köprünün ağzından anlatılıyor olmasa da yazarın zaman zaman kullandığı biz kelimesi okuyucunun sanki köprü konuşuyormuş gibi hissetmesini sağlıyor. Ağzından duyuyor olmasak da bütün yaşananları bir şekilde köprünün üstünden görüyor olmak da ayrı bir gerçek. Üstünden yani köprünün gözünden.

Sözünü ettiğim köprü şimdiki Bosna-Hersek sınırları içindeki Vişegrad şehrinin hemen yanı başından geçen Drina nehrinin iki kıyısını birbirine bağlayan Sokollu Mehmet Paşa Köprüsü ya da daha bilinen adıyla Drina Köprüsü. Köprü, Sokollu Mehmet Paşa tarafından 1571-1577 yılları arasında Mimar Sinana yaptırılmış. Roman da bu hikaye ile başlıyor ama nedense Mimar Sinanın adı hiç geçmiyor. Daha doğrusu Mimar Rade diye bir isim geçiyor. Bir de Tosun Efendi var ama bilemiyorum. Vişegradın yakınındaki Sokol kasabasında doğan, sonra Osmanlıda sadrazamlığa kadar yükselen ve doğup büyüdüğü yerleri unutamayan paşanın görevlendirdiği Abid Ağa yönetimindeki Tosun Efendi, Antoine Usta ve işçiler köprünün yapımına başlıyor ve sonra gaddar Abid Ağanın yerine gelen daha yumuşak başlı Arif Bey tarafından inşaat sonlandırılıyor. Sonra da köprü sınırsız bir coğrafyada yaşayan insanların kimi zaman eğlenceli kimi zaman acıklı hikayelerine tanıklık ediyor.

Sınırsız bir coğrafya derken kastım dışarıyla arasındaki sınırlar değil, kendi içinde sınır olmayışı, olamayışı. Çünkü bu coğrafyadaki farklı dinlere, dillere, milletlere, ırklara, mezheplere sahip binlerce, milyonlarca insan iç içe geçmiş bir şekilde bir arada yaşıyor. Boşnaklar, Türkler, Sırplar, Hırvatlar, Slovenler, Makedonlar, Arnavutlar, Pomaklar, Çingeneler, Yahudiler hatta Bulgarlar ve Yunanlılar. Yani Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Museviler... Balkanların geneli bu şekilde ama Bosna-Hersek, Sırbistan ve Hırvatistan bölgesi özellikle tam bir kozmopolitlik örneği. Vişegrad da çoğunlukla Sırpların ve Boşnakların yaşadığı bir yer. Tabii ki başka milletlerden, dinlerden insanlar da var. Roman da bu insanların birbirleriyle kah dostluğa kah düşmanlığa dönüşen hikayeleri üzerine kurulu. Yazarın en büyük başarısı da o bölgenin insanı olmasına rağmen son derece tarafsız bir anlatımı olması. Tıpkı Drina Köprüsü gibi. Çünkü bir köprü kendisini kim inşa ederse etsin daha sonra üzerinden geçmek isteyen herkese eşit davranır.

Köprü üç yüz elli yıllık bir tarihe ve bu tarihler arasında yaşananlara tanıklık ediyor ama romanı elimize alıp incelediğimizde belirli bir döneme daha çok yoğunlaştığını görüyoruz. Köprünün bakımından sorumlu vakfı idare etmekle görevlendirilen Davut Hoca Mütevelli ve daha çok da oğlu Ali Hoca Mütevellinin yaşadıkları zaman dilimi olan on dokuzuncu yüzyılın başlangıcıyla yirminci yüzyılın ilk yılları arasında geçiyor olaylar. Kitabın da beşte dörtlük bölümünü bu dönem kapsıyor. Çünkü bu coğrafyanın tarihindeki olaylar da en çok bu dönemde hareketleniyor. Yazarın Sırp olması ve Müslüman olan Ali Hocaya yoğunlaşması da tarafsızlığının bir başka göstergesi bence.

Balkan göçmeni soyundan gelen bir Trakyalı olarak kitapta yaşananlar beni belki olması gerekenden fazla etkilemiş olabilirse de romanın 1961 Nobelini almış olması kesinlikle çok yerinde bir durum. Zaten Nobelin de yazardan hatta romandan çok köprüye ve orada yaşananlara, yaşayanlara verilmiş kabul ediliyor.
Diğer taraftan Drina Köprüsünün hikayesi bu romanda anlatıldığı kadarıyla yarım kalmış durumda. 1914 yılında Sırp topçusunun açtığı ateş sonucu bir bölümü yıkılıyor ve kitap o noktada sona eriyor. Ancak hikayeler yaşanmaya devam ediyor. Sonraki yıllarda köprü onarılıyor tabii ki. Kitap kırklı yılların başında yazılmış durumda. O dönemde yazar dahi Yugoslavyanın sosyalizm deneyimini henüz yaşamamış olduğu için bu durum kitap açısından büyük bir eksiklik yaratıyor. Yazar kitabı biraz daha geç yazmış olsaydı kanaatimce hikayeyi biraz daha ileriki yıllara taşıma ihtiyacı da hissederdi büyük olasılık.

Daha da önemlisi yazar 1975 yılında öldüğü için doksanlı yılların başında yine tam da o bölgede yaşanan insanlık dramını göremiyor. Drina Köprüsü görüyor ne yazık ki. Kitapta anlatılan acıklı hikayelerden yüz kat, bin kat daha acıklı hikayelere tanıklık ediyor. Savaşlara, cinayetlere, katliamlara, soykırımlara... Köprü tarihe tanıklığa devam ediyor. Biz de köprüyle birlikte görüyoruz hala bütün bu çılgınlıkları. Gördüğümüz, bildiğimiz için de kitabı okurken daha da etkileniyoruz. Yüreğimiz daha da acıyor. Anlayamıyoruz. O barış dönemlerinin olması gerektiği gibi bir arada yaşayan, güzel güzel geçinen insanları nasıl da anlamsız bir nefreti, öfkeyi, kini yüreklerinde yıllarca taşımaya devam edebiliyorlar. Nasıl da fırsat bulduklarında komşularının boğazlarına vahşi hayvanlar gibi saldırıyorlar. Tıpkı bugün Suriyede, Irakta olduğu gibi. Nedenini biliyoruz ama nasılını anlayamıyoruz. Anlayamıyorum. Nasıl?


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder