Öncelikle bu
yazının bir kitap incelemesi olduğunu söylemek doğru olmaz sanırım çünkü burada
bir kitaptan değil mektuplardan söz ediyoruz. Ama yine de madem kitap olarak
yayımlanmışlar hadi kitap incelemesi diyelim biz yine de.
Bugüne kadar
hakkında yazı yazdığım bütün kitaplar hakkında genelde iyi şeyler söyledim ya
da söylemeye gayret ettim. Arada sırada birkaç rahatsızlığımı da dile getirdim
tabii ki. Ama bu kez doğrudan hayal kırıklığına uğradığımı söyleyerek başlamak
istiyorum. Bunun nedeni okumaya başlamadan önceki beklentimin yüksek olmasıydı
sanırım. Yine de benim beklenti düzeyimden bağımsız olarak da çok yavan
olduğunu düşünüyorum mektup içeriklerinin. Elbette Orhan Veli’nin
hayatının bir yönüne tanıklık etmek beni heyecanlandırdı. Ancak daha edebi,
daha şiirsel mektuplar beklerdim doğrusu Orhan Veli’den.
Kafka’nın Milena’ya
mektuplarıyla karşılaştırmak ne kadar doğru olur bilemiyorum –çünkü biri şair
biri edebiyatçı- ama beklentimin yüksek olması biraz Orhan Veli’nin
şiirleri, daha çok o mektuplar nedeniyleydi. Orhan Veli – Nahit Hanım
ilişkisindeki durum Kafka – Milena ilişkisine birçok yönüyle benziyor. Ama
Orhan Veli sürekli Nahit’in İstanbul’a
gelme ihtimali, kendisinin Ankara’ya gitme ihtimali, parasızlık ve at
yarışlarından söz ederken Kafka şöyle şeyler söylüyor Milena’ya:
“Bilinmeyen bir şeye karşı duyulan korku
ile kaplıydı yüreğim. Kesin değildi çünkü benim gücümü aşıyordu. Mektuplarını
hep bir kez okumuştum bugüne kadar, ikinciyi göze alamamıştım. Bu olağanüstü
halde yaşamanın doğru olduğunu bilmeyiz ve her zaman gevşetmeye çalışırız onu
biraz daha. Düşünmeyen bir hayvan gibi can çekişerek kendimizi kurtarmaya çalışırız
her zaman. Mektuplarında susarak yalvarıyorsun sen Milena. Bana yönelmiş
oldukları için yakalamak istiyorum onları. Yanıldığımı da hiç zannetmiyorum.”
İşte hayal
kırıklığıma neden olan bu edebi anlatımın tadını yakalayamamış olmam. Diğer
taraftan Orhan Veli’nin ve diğer bütün edebiyatçıların,
sanatçıların Nahit Hanım’da ne bulduklarını da anlayamadım doğrusu.
Onun mektuplarını okuyamıyoruz ama Orhan Veli’nin
yazdıklarından yola çıkarak gayet kaprisli, umursamaz, anlayışsız ve biraz da
normalin altında bir zekaya sahip olduğuna kanaat getirdim ben. Adresi yanlış
yazıyor, annesinin ateşini yanlış yazıyor, hatta Orhan Veli bir ‘ara
mektup’ yazıp karışıklık olmasın diye o mektuba
cevap yazmamasını bir sonraki mektubuna cevap yazmasını söyleyince bunu artık
yazışmayalım olarak anlıyor. Ben Orhan Veli’nin
yerinde olsam tırnaklarımı yerdim. Ne tırnağı parmaklarımı, ellerimi yerdim
sinirden.
Bununla birlikte
yaşananların günümüzden yaklaşık altmış beş yıl öncesinin Türkiye’sinde
gerçekleşmiş olması biraz daha anlayışlı bakmayı gerektiriyor onu da kabul
ediyorum. Ayrıca Orhan Veli’nin bütün şiirlerini ezbere bilen biri
olarak mektuplarında Nahit Hanım’a yana yakıla anlattığı sadakatinin,
münzevi hayatının, yalnızlığının aslında biraz da kandırmaca olduğunu
hissederek tüm kitabı yüzümdeki gülümsemeyle okudum. Ve hep aklımda şu şiir
dolaştı durdu:
Kim söylemiş beni
Süheyla'ya
vurulmuşum diye?
Kim görmüş, ama
kim,
Eleni'yi öptüğümü,
Yüksekkaldırım’da, güpegündüz?
Melahat'i almışım
da sonra
Alemdar'a gitmişim,
öyle mi?
Onu sonra
anlatırım, fakat
Kimin bacağını
sıkmışım tramvayda?
Güya bir de
Galata’ya dadanmışız.
Kafaları çekip çekip
Orada alıyormuşuz
soluğu.
Geç bunları, anam
babam, geç.
Geç bunları bir
kalem.
Bilirim ben
yaptığımı.
Ya o, Mualla'yı
sandala atıp,
Ruhumda hicranını
söyletme hikayesi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder