Leyleklerin
Uçuşu, Kızıl Nehirler, Taş Meclisi, Kurtlar İmparatorluğu, Siyah Kan, Şeytan
Yemini, Koloni, Ölü Ruhlar Ormanı, Sisle Gelen Yolcu... Şimdi de Kaiken... Jean-Christophe
Grangé’nin külliyatı... Hepsini okudum, hatta Kızıl Nehirler ve Kurtlar
İmparatorluğu’nun filmlerini de seyrettim. Taş Meclisi’nin de filmi varmış (bu
yazıyı hazırlarken öğrendim), ama henüz onu seyretmedim. 24 dizisinin 6.
sezonuna ara verip bu akşam eşimle birlikte seyrederim büyük olasılık. Peki
bütün bunları neden yaptım? Büyük bir Grangé hayranı olduğum için mi? Hayır!
Dan Brown’un tüm kitaplarını da bir solukta okudum ama onun da hayranı olduğumu
söyleyemem. Hatta Mike Hammer’ın hatta hatta SAS Malko’nun, hatta hatta hatta
Peyami Safa’nın Server Bedi ismiyle yazmış olduğu Cingöz Recai’nin bütün
maceralarını da okumuş durumdayım. Anlaşılacağı üzere Grangé hayranlığından
ziyade polisiyesever olmamdan kaynaklanıyor bu durum. Bununla birlikte Agatha
Christie’nin kitaplarına, Sherlock Holmes’un maceralarına nedense ısınamadım. Bunu
itiraf ettiğim için çok utanıyorum ama ne yazık ki durum böyle.
Okumayı tercih
ettiğim daha hafif polisiye kitaplara gelince ben bu duruma ‘okuyarak okumaya
ara vermek’ diyorum. Örneğin İhsan Oktay Anar’ın Galiz Kahraman’ını okuduktan
sonra okuma listemde sırada bulunan Boris Vian’ın Yürek Söken’ine geçmeden önce
araya biraz soluklanmak için kaynak yaptırdığım bir kitap oldu Kaiken.
Evet,
Kaiken diyorduk değil mi? Yazarın tarzına, çizgisine oldukça uyan bir roman
olmuş. Tabii onuncu kitap olması, bu nedenle de artık yayıncı ve okuyucu
baskısı altında, yazılması gerektiği için yazılması kurguyu biraz hafifletmiş.
Kitabın ortalarına gelmeden bir şeyler tahmin etmeye başlıyorsunuz ve yazarın
yaptığı küçük bir hile sonucu tahminleriniz tam olarak doğru çıkmıyor gibi görünse
de heyecanınızı biraz kaybediyorsunuz. Küçük hile dediğim de uzun soluklu
dizilerdeki yarı sezon finali yaklaşımına uygun bir durum. Hedef saptırarak
okuyucuyu şaşırtma ve bir anda farklı bir düzlemde cereyan etmeye başlayan
olaylar silsilesi. Yine de başarılı buldum kitabı. Kendini okutmayı başarıyor. Karakterlerin
psikolojik tahlilleri, kişiler arasındaki duygusal ilişkiler de güzel işlenmiş.
Sadece kitabın anti-kahraman polis müfettişi Olivier Passan ile boşanmak üzere
olduğu karısı Naoko arasındaki duygusal durum değil, kahramanımızın düşmanı
olan Patrick Guillard ile arasındaki duygusal bağ da derinlemesine işlenmiş ve
ayakları üzerine oturtulmuş durumda. İşlenen seri cinayetlerin niteliği de
insanın tüylerini ürpertiyor açıkçası.
Bu arada çift cinsiyet kavramını kullanarak daha şaşırtıcı sonuçlara
doğru taşınabilirmiş aslında hikaye. Neyse, fazla ip ucu vermemek için bu
konuyu fazla deşmiyorum. Sonuç olarak benim kadar ince eleyip sık dokumayanlar için eminim daha da keyifli
olacaktır Kaiken’i okumak. Hem Japonya ile ilgili bilgiler de genel kültür
bonusu olarak hikaye ile birlikte paket olarak sunuluyor. Haruki Murakami’nin
İmkansızın Şarkısı’nı okuduktan kısa bir süre sonra Japonya’nın tekrar karşıma
çıkması bir işaret mi acaba diye düşünmüyor değilim. Yukio Mishima, Kenzaburo
Oe, Yasunari Kavabata... “Oku bizi, oku bizi” diye fısıldamaya başladıklarını
duyar gibiyim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder