5 Ekim 2014 Pazar

Kaiken - Jean-Christophe Grangé

Leyleklerin Uçuşu, Kızıl Nehirler, Taş Meclisi, Kurtlar İmparatorluğu, Siyah Kan, Şeytan Yemini, Koloni, Ölü Ruhlar Ormanı, Sisle Gelen Yolcu... Şimdi de Kaiken... Jean-Christophe Grangé’nin külliyatı... Hepsini okudum, hatta Kızıl Nehirler ve Kurtlar İmparatorluğu’nun filmlerini de seyrettim. Taş Meclisi’nin de filmi varmış (bu yazıyı hazırlarken öğrendim), ama henüz onu seyretmedim. 24 dizisinin 6. sezonuna ara verip bu akşam eşimle birlikte seyrederim büyük olasılık. Peki bütün bunları neden yaptım? Büyük bir Grangé hayranı olduğum için mi? Hayır! Dan Brown’un tüm kitaplarını da bir solukta okudum ama onun da hayranı olduğumu söyleyemem. Hatta Mike Hammer’ın hatta hatta SAS Malko’nun, hatta hatta hatta Peyami Safa’nın Server Bedi ismiyle yazmış olduğu Cingöz Recai’nin bütün maceralarını da okumuş durumdayım. Anlaşılacağı üzere Grangé hayranlığından ziyade polisiyesever olmamdan kaynaklanıyor bu durum. Bununla birlikte Agatha Christie’nin kitaplarına, Sherlock Holmes’un maceralarına nedense ısınamadım. Bunu itiraf ettiğim için çok utanıyorum ama ne yazık ki durum böyle. 

Okumayı tercih ettiğim daha hafif polisiye kitaplara gelince ben bu duruma ‘okuyarak okumaya ara vermek’ diyorum. Örneğin İhsan Oktay Anar’ın Galiz Kahraman’ını okuduktan sonra okuma listemde sırada bulunan Boris Vian’ın Yürek Söken’ine geçmeden önce araya biraz soluklanmak için kaynak yaptırdığım bir kitap oldu Kaiken.

Evet, Kaiken diyorduk değil mi? Yazarın tarzına, çizgisine oldukça uyan bir roman olmuş. Tabii onuncu kitap olması, bu nedenle de artık yayıncı ve okuyucu baskısı altında, yazılması gerektiği için yazılması kurguyu biraz hafifletmiş. Kitabın ortalarına gelmeden bir şeyler tahmin etmeye başlıyorsunuz ve yazarın yaptığı küçük bir hile sonucu tahminleriniz tam olarak doğru çıkmıyor gibi görünse de heyecanınızı biraz kaybediyorsunuz. Küçük hile dediğim de uzun soluklu dizilerdeki yarı sezon finali yaklaşımına uygun bir durum. Hedef saptırarak okuyucuyu şaşırtma ve bir anda farklı bir düzlemde cereyan etmeye başlayan olaylar silsilesi. Yine de başarılı buldum kitabı. Kendini okutmayı başarıyor. Karakterlerin psikolojik tahlilleri, kişiler arasındaki duygusal ilişkiler de güzel işlenmiş. Sadece kitabın anti-kahraman polis müfettişi Olivier Passan ile boşanmak üzere olduğu karısı Naoko arasındaki duygusal durum değil, kahramanımızın düşmanı olan Patrick Guillard ile arasındaki duygusal bağ da derinlemesine işlenmiş ve ayakları üzerine oturtulmuş durumda. İşlenen seri cinayetlerin niteliği de insanın tüylerini ürpertiyor açıkçası. 


Bu arada çift cinsiyet kavramını kullanarak daha şaşırtıcı sonuçlara doğru taşınabilirmiş aslında hikaye. Neyse, fazla ip ucu vermemek için bu konuyu fazla deşmiyorum. Sonuç olarak benim kadar ince eleyip sık dokumayanlar için eminim daha da keyifli olacaktır Kaiken’i okumak. Hem Japonya ile ilgili bilgiler de genel kültür bonusu olarak hikaye ile birlikte paket olarak sunuluyor. Haruki Murakami’nin İmkansızın Şarkısı’nı okuduktan kısa bir süre sonra Japonya’nın tekrar karşıma çıkması bir işaret mi acaba diye düşünmüyor değilim. Yukio Mishima, Kenzaburo Oe, Yasunari Kavabata... “Oku bizi, oku bizi” diye fısıldamaya başladıklarını duyar gibiyim.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder