Ursula K. Le Guin’in
Mülksüzler romanının bazı açılardan şanssızlığı söz konusu aslında. Bir tanesi
yazarın daha önceki ya da daha sonraki fantastik kurgu kitaplarından dolayı bu
kitabın da önyargılı olarak o kategoride değerlendirilmesi ve kategoriye ilgi
duymayanlar tarafından okunmaması daha doğrusu okumaya niyetlenilmemesi. Yazarın
kendisinin kitabı “ikircikli ütopya” diye değerlendirmesi de kitabın bir ütopik roman olarak algılanmasına yol açmıştır. Bu çok da yanlış değildir aslında.
Ütopyadan çok distopya demek daha doğru olur ama bence. Benim gibi fantastik
kurgu meraklıları içinse farklı bir durum var kitabın şanssızlığı anlamında.
Gerçi ben her tür kurguyu okurum (kurgu olmayan kitap okumayı bir süre önce
bıraktım) ama fantastik kurguya özel bir merakım var kendim de o tarzda yazmaya
çalıştığım için. Neyse, kitabın adının Mülksüzler olması daha doğrusu bu
şekilde çevrilmiş olması bence diğer bir şanssızlık. Ben Le Guin’in diğer
kitaplarını okumuş ve sevmişken sıra Mülksüzler’e geldiğinde duraksamıştım.
Mülksüzler! Sanki bir miras hukuku kitabının sıkıcılığını haber veren, maldan
mülkten, mirastan, terekeden bahsedecek bir kitap gibi duruyor ilk bakışta.
Orijinal adı olan “The Dispossessed” ise kitabın içeriğini birçok yönden o
kadar iyi karşılıyormuş ki anlatamam. Ama halen yarım yamalak bildiğim
İngilizce ile benim için ve benim gibiler için bu pek bir şey ifade etmiyor.
Ama çevirenin de ahını almamak lazım. Çevrilmesi çok zor bir kelimeymiş. Ama
okuyunca başucu kitaplarım arasındaki yerini alıverdi tabii ki. Hatta ikinci
kez okudum çok az yazarın kitabına tanıdığım bir ayrıcalık olarak.
Ve ben Mülksüzler
hakkında konuşacaksak eğer tarzının, türünün çok da belirleyici olmaması
gerektiğini düşünüyorum. Bence kitap bir distopya ya da ütopya, bilimkurgu,
fantastik kurgu gibi görünse de aslında tam anlamıyla bir sistem ve toplum
eleştirisi. Gerçi kırk yıl önce yazıldığı için biraz demode değerlendirmeler
söz konusu ama hala geçerliliğini koruyan birçok yaklaşım da barındırıyor.
Anarşizm, kapitalizm, komünizm, sosyalizm, militarizm, demokrasi, devlet
eleştirilerinin yanı sıra kadın erkek ilişkilerine, cinselliğe, eğitim
sistemine, din ve ahlak olgusuna, çalışmaya ve çalışmamaya ve daha birçok şeye
dair bir dünya saptamayla dolu.
Diğer taraftansa
çok eksik kalmış bir sistem ve toplum eleştirisi olduğunu da düşünüyorum. Eksik
derken aslında ‘ceteris paribus’ bakış açısıyla yazılmış, anlatılmış olan
bitenler. İzole bir ortamda, fazla olmayan nüfusla, ilkel koşullardaki bir
yaşam tarzıyla anarşizmden dem vurmak kolay tabii. Ama soruyorum şimdi;
tarlada, madende, bağda, bahçede çalışmak, üretmek, paylaşmak, tüketmek tamam
da bilgisayarlardan da bahsediliyor, o bilgisayarlar nerede üretiliyor, kolay
mı o iş, nasıl bir teknoloji, tesis, eğitim gerekiyor ve Anarres’te nerede
bütün bunlar? Eğer bilgisayar üretecek seviyeye gelmişse bir toplum artık
anarşizmin uygulanabilmesi için fazla karmaşık ve kaotik bir aşamaya gelinmiş
demektir. İronik bir durum ama öyle. Ayrıca din konusu tamam ama ahlak
konusunda da “ikircik” yaşamış bence yazar. Özellikle cinsellik konusunda
anarşist bir yaklaşım eşcinsellik ya da çok eşlilik konularında sorun
yaşamayabilir ama iş çocuklara gelince “hop dur bakalım orada” deme ihtiyacı
hissedilir. Le Guin bu konuya ucundan azıcık değinmiş ama fazla bulaşmamış.
Çünkü bulaşsaydı içinden zor çıkardı büyük olasılık.
Sonuçta Le Guin
anarşizmi daha sempatik buluyor ve kapitalizmi ve daha çok da totalitarizmi,
militarizmi yoğun olarak eleştiriyorsa da aslında her sistemin iyi ve kötü
yanlarını göstermeye çalışmış ve radikal olarak taraf tutmamış romanında.
Dediğim gibi bu romanı bilimkurgu, fantastik, ütopik diye değerlendirmemek ve toplum
hakkında, sistem hakkında, yazıldığından bu yana kırk yıl geçmesine rağmen hala
yeni sayılabilecek fikirlerle karşılaşabilmek ve kendimiz de bir kez daha bu
konularda düşünebilmek adına okumak gerekir. Üstelik bence heyecanlı bir
kurgusu da var. Ne olacak ne bitecek diye merak ediyor insan. Yani ben ettim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder